14 Aralık 2010 Salı

Şiirler, şarkılar, masallar..

Yılın son şiirlerini yazıyorum. Bugün de iki tane yazdım. İlhamım dürtüklendiği zaman kalemimin peşine düşmeyi özlemişim. Sayfalarda saklanan duygusal, romantik Deniz'i uyandırmayı seviyorum kimi zaman. Karar vermeye çabalamadan 2sini de yazmak istiyorum buraya.

~ Bazen Ben ~

Ben dinlerim
Dinlerim insanları
Kaydeder aklım
Sözcüklere damlayan yaşları

Ben bakarım
Anlarım gözlerde saklananı
Yakalar bakışlarım
Gözlerinizden akan zamanı

Ben yazarım
Anlardan ibaret yaşamı
Hapseder satırlarım
Bakışlarınızda mühürlü hayatı



~ Acaba ~

Bir parça yer açar mısın bana?
Hayatında, arada derede
Kıyıda köşede kalmış
Ufacık bir noktada

Bir bakışını lütfeder misin bana?
Kirpiklerinin son reklefsinde
Gözlerini kapayana kadar
Bir dilim zamanda

Bir kere adımı dudaklarına
Misafir eder misin acaba?
Senin eserin olan
Son bir melodi olsa kulaklarımda.

12 Aralık 2010 Pazar

Music The Great Communicator!

Çok güzel bir cuma geçirdim. Hatta çok güzel bir haftasonu geçirdim. İlk defa bir anında bile tırnağım kadar üzülmeden. O kadar güzel kafalardaydım ki anlatamam.

Cuma hepimiz için bi önemli. Yılın ilk karı yağdı mesela ondan biraz. Delirdi çevremdeki çoğu insan ki ben de dahildim onlara, hala "çocuk gibi" sevinmemizi sağlayan şeyler var, biri de kar. Bir çocuk kadar saf temiz görünmesinden, sadece ve sadece gülümsetiyor beni. O kadar mutlu oluyorum ki kar manzaralarında, anlatamam, saçlarımda bıraktığı o noktacık tanelere bayılıyorum!

Dasti diye bir grup çıkmaya başladı Cuma günleri Marilyn Monroe'da, Dengesiz Heriflerin basçısı ve davulcusu da var bu grupta. Cuma günü yapacak bir şey bulamayıp "of canlı müzik olsa!" diyenlere fazlasıyla istedikleri müziği veriyorlar. Reggae çalıyorlar ve karlı havada o kadar keyifli geldi ki playlistleri bu cuma, kanımdaki alkol fazla olmasa da hiç bu kadar kolay sarhoş olduğumu hatırlamıyorum.

Eve gittiğimizde çok yorgunduk ama bir şekilde önümüzde fizy açıktı ve inanılmaz bir playlist yaptık. O anki mutluluk oranımı size açıklamak için cümleleri gerçekten bulamıyorum. Konuştuğumuz şeyleri de burda anlatamam belki, özel oldukları için değil, beynimde kalıp o günü sadece ordakiler ve benim aramda unutulmaz kıldıkları için.

Yine de sizi çok farklı noktalara götürecek o müziği paylaşmak istiyorum. Gerçek anlamıyla müziği. Bu müziği anlayabilecek ve benimle beraber büyülenmiş gözlerle uzaklara dalarak dinleyecek adam varya, işte benim aşkımın sahibi olacak adam o.

Şuna inanıyorum, hiç değişmeyecek bi doğru benim için. Hayatın en büyük 2 anlamı vardır, Müzik ve Aşk.

Geliyor; - şarkıların ard arda yarattığı uyumu yakalamaya çalışın! -


*Bob Dylan - Ballad of a Thin Man - http://fizy.com/#s/1cka8k

*Wallflowers - The Empire in My Mind - http://fizy.com/#s/1lvnkk

*Porcupine Tree - Time Flies - http://fizy.com/#s/1m90d6

*Uriah Heep - Salisbury - http://fizy.com/#s/1lvsxh

*Pink Floyd - Atom Heart Mother - http://fizy.com/#s/1d7fev

*Jeferson Airoplane - White Rabbit - http://fizy.com/#s/1dln6p

*Norah Jones - I've got to see you again -http://fizy.com/#s/16xcls

*Muse - Unintended - http://fizy.com/#s/1luo2v

*Muse - Sing for Absolution - http://fizy.com/#s/1mkgx2

*Pearl Jam - I am Mine - http://fizy.com/#s/1dleho

*Pearl Jam - Better Man - http://fizy.com/#s/1mfaeb

*Portishead - Cowboys - http://fizy.com/#s/1lrovq

*Portishead - Roads - http://fizy.com/#s/153vrf

*Mazzy Star - Hair and Skin - http://fizy.com/#s/1ml933

*Katie Melua - Spider's Web - http://fizy.com/#s/1brndw

9 Aralık 2010 Perşembe

Yalnızlığı Kokluyorum Kurutulmuş Yapraklarda.

Bazen kimsen olmaz, olur da olmaz gibi hani. Kimsemin olmadığını hissettiğim anlar klasik teselli cümlelerinden kaçtığım zamanlardır. Birinin sana derdini anlatması da zordur, ne tepki vereceğini tam olarak bilememek, ne söyleyeceğini şaşırmak, bunlar zor şeyler.

Şu an ağlamak istiyorum mesela ve içimi dökmek için sarılabileceğim tek yer burası, eskiden kağıda yazardım da buraya yazmanın hissi farklı, hem herkes buraya yazınca okuyor ve beni anlıyor gibi hem de hiçkimse okumuyor sanki benden başka.

Ağladığımı söylemekten çekinmem, hatta eğer üzüldüğümde, sinirlendiğimde ağlayabiliyorsam bu sonradan rahatlayıp kendime geleceğimi gösterir. Bu kez ağlayamıyorum, onun yerine titriyorum, öfkeyle korku arasındaki bi çizgideyim. Kapı çarpma sesleri, soğuk, buz gibi bi aura ve gölgeleri öfkenin, of! Anlatamam şu anki ortamı, tek ait hissettiğim yer odam benim, sadece odam, başka da hiç bir yer değil. Evi"m" değil. Benim evim odam, sadece burası. Çıkamıyorum buradan.

Kapılar çarpılıyor evde, kendi kendine değil, öfke, birikmiş öfke çarptırıyor onları, şiddetle, hışımla çarpıp duruyorlar. Onlar gürültü yaptıkça ben deliriyorum, ellerim titriyor, benim de öfkem kaçıcak bir nokta arıyor, içimden fırlayıp gürültü yapmak istiyor, tıpkı onun yaptığı gibi.

Olay yoktur ortada bazen, yokluktur tek sorun yani içinize gizleyip dışa vuramadığınız hariç, somut olarak göze batan bir sorununuzun olmaması yüzünden sizin bir şeye kızamamanız, öfkenizi özgür bırakacak nokta bulamamanız. Ufacık bir ana anlam yüklersiniz o zaman işte, öfkelenmek için olmadık imgeler uydurur ve sinirinizi ordan çıkarırsınız. Ellerinizden fışkırır öfke, ya da gözlerinizden, dudaklarınızdan, hortum şeklini alır, gürültü yaratır ve en sonunda kalp parçalarsınız, ilk önce de kendinizinkini sonra en yakınlarınızınkini.

Sustum ben, bekledim, sakince, görmemek imkansız olduğu halde yumarak gözlerimi o anki kızıl gerçekliğe. Biliyordum çünkü, öfke sese duyarlıdır, anlamları önemsemez ses duydu mu üzerine yürür, sakinlik ise bulaşıcıdır, su gibi, bi noktaya boşaldı mı yavaş yavaş etrafa yayılır. Yok, öyle olmadı bu kez, kaçtım ben de o kızıl gürültüden ve tek ait olduğum yere sığındım. Kimse yanımda değil, yalnızım, her zaman olmam gerektiği gibi, en azından unutturacak biri yalnızlığımı, yok o da yok, herkes göründüğüm gibi sanacak beni. Umursamaz, kaygısız, dertsiz, neşeli, "ergen". Şu an yaşlıyım ben, tahmin edemeyeceğiniz kadar yaşlı hissediyorum. Yorgun, aciz ve yaşlanmış. Yarın kalkıp gülümseyeceğim yine, akşam dışarı çıkıp çocukça eğleneceğim, geyikler yapıp herkesi herşeyi ti'ye alarak. Dalga geçileceğim ve geçeceğim elbet. Nasılsın? N'aber? Sorularına "Çok iyiyim" diyeceğim. Kim kanıtlayabilir ki aksini? Ben iyiyim, çok iyiyim.

Playlist yapmak isterdim. Yok yapamıycam, kendime saklıycam bu sefer dinlediklerimi. Zaten, kimin umrunda ki?

8 Aralık 2010 Çarşamba

Kim Anlar Benim Halimden?

Hani bakmıştım ya gözlerine, gitme demişti gözlerim, anlamayacağını bile bile. Sen de demiştin "öyle bakma" diye, "gidemem yoksa." Çektim gözlerimi üzerinden, sen gittin, veda etmedim, dönersin diye, ama hiç adımlarının iz bıraktığı yerden bir daha geçmedin.

Gözlerimi üzerinden çektim diye dönmüyorsan, yine bakarım ben sana, seni görmek için, yalnızca seni. Zaten "gitme" deyişimi anladıysan gözlerimde, başkasının olmadığını okuyamamış olamazsın değil mi? Ya da yanılıyorum, sen okuyacak kadar dikkatli bakmıyordun gözlerime. Yanılmaya müsaittin belki de, geçmişin korkusuyla uzaklaştırdın bedenini.

Oysa sana ayırmıştım, koca puntolarla "rezerve"ydi, sol göğüs kafesimin içinde sıcacık atan yumru şeklinde büyük sevdaları taşıyabilecek kadar ağır kalbim. Bak çabalıyorum, kaçıyorsun, sevgisizlikten mi şüpheden mi bu kaçısın ben bilmiyorum, susuyorum, beklemiyorum, duruyorum öylece, sana duruyorum.

Sevgisizlikse nedeni, bakma bir daha gözlerime zümrüt gözlerinle ama eğer ki, eğer ki tereddütünün kaynağı içindeki şüpheyse, bir kez, son bir kez daha bak kahve gözlerime, kimse yok orda, sen olabilirsin anca. Tabi istersen, boşluk ferahlıktır yüreğime ama eğer sensen, sevilmeye değer gördüğüm kişiyse içini dolduracak, o zaman katlanılır, o yük, yük değildir kalbime. Toprağa dikilen bir filiz gibi hayattır, berraklık, saflıktır içimde.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Zehir zıkkım oldu bize bal badem.

İnsanoğlu, ne acayip şeysin sen öyle? Ciddi anlayamıyorum ben insanoğlu seni. Ne kafası yaşarsın, cin olup adam mı çarparsın, cin çarpar da anlamaz mısın?

İlgi görmez kapılır, ilgi görür kaçarsın, değer gördüklerini horgörür de değersiz hissettirenin peşinden koşarsın. Önündeyken gülümser omzunu döndüğünde kötülersin. Neden yaparsın? Anlayamıyorum, karşındakine bu büyüklük taslamak hayatta bulunduğun yılın karşındakinden fazla olmasından mıdır? Çok şey gören gözlerinin yanında karşındakininkiler kör müdür ey insanoğlu?

Kırılırsın, takılırsın, kırarsın da farkına varmazsın. Özür dileyemez gurur yaparsın, sana yanlış yapılınca özrün erdemine reddetmeyi yapıştırırsın. Hatalarını düzeltmektense karşındakine hata yıkarsın. Neden insanoğlu, kendini başka isimlerden üstün sayar onları ezip yüceleceğini sanırsın?

Başkasının menfaati uğruna yaptıklarını kötülük sayarsın de kendi menfaatin için başkalarını neden karalarsın? Farkında değil misin ki yerdiklerinin senin kadar olduğunu göremez, onları aşağıladıkça onlardan alta düşersin? Ah insanoğlu, sevgi gördükçe bir kağıt gibi buruşturduğun sevgi çöplükte kaybolduğunda kırıntılarını aramak niye?

Pişmanlığı görüp de affetmemek, iğnelemek, senin keşfettiklerini keşfedememişlerin şevkini kırmak niye? Cevap veremezsin, versen bile kendini kandırırsın. Yine kırar, döker, kaybeder, arar, sürünür, yakınır, aşağılar, yüceltirsin birilerini ve farkında olmadan değer verenleri yitirir yalnız kalır, umursamazlığa bürünür sonunda yalnızlaşıp yalnız doğup yalnız öleceğini söylersin. Tekillikle yalnızlığı birbirine karıştırıp tek başına ayakta durmanın gereğini yalnızlık sanır, ormandan koparılmış bir ağaç olursun bozkırda.

Yazık etme kendine insanoğlu, ya da et de bu yazıyı okuyup yine eleştir aşağıla hakaret olarak kullan senin dengin olan diğer insanların adlarını. Kırdığın kalplerin yere serpilmiş parçaları gün gelir ayaklarına batar ey insanoğlu, dikkat et! Her kırılan dillendirmez bilesin.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Kalbimi Kağıda Dökerim Ki Ben.


Bir küçük kararsızlık

Sevmeye bir adım kala
Korkuyorum sevmekten
Adımımı bir sonraki karesine koymaktan
Girintili, çıkıntı kaldırımlarının
Sevdanın en tenha sokaklarında gizlenen

Aşkına bir soluk kala
Korkuyorum içime çekmekten
Sevdiğimin en ağır sigarasından
Ya zifirin zehirliliği içindeyse diye
Ciğerlerime çekilen dumanda hissedilen

Cesaretime on kala
Korkuyorum cesur görünmekten
Sırtımı yaslayarak umutlarımın
Sağlamlığından emin olamadığım tuğlalarına
Sonun başlangıç doğurabileceğini kestiremeden

Kötü olsa da silemezsin şiirleri bazen, dünya döndüğünü bana hissettiriyordu bu şiir yazılırken.

30 Kasım 2010 Salı

Zaman Beklemez

Umutluydum, bekledim. Boş temiz bir sayfaydı adımımı atmamı bekleyen, önümde boylu boyunca uzanan. Ders aldığımı zannettim geçmişten ve uzattım ayaklarımı taze umutlarımın çizdiği patikaya doğru. Daha ilk andan bulaştı çamurları emektar çizmelerimin karbeyaz ayak basılmamış yola. Yine haykırışları umutların ve doğarkenki gözyaşları ümitsizliklerin. Olmadı, ulaşamadım yine, farklı adamların arkasına gizlendiğini sandığım aşka. Ve yine, yine tokalaştım soğuk, rahatsızlık verici ellerini uzatmış iyelik ekinin en çok yakıştığı yalnızlıkla, yalnızlığımla.

Sevmeye hazırdım oysa. Sevişmek için yaşamaya değil ama yaşamak icin sevişmeye. Onu şarkılarda bulmaya değil şarkıları onunla anlamdırmaya. Sayfalarda onu yaşatmaya değil yaşanmışlıkları sayfalarda anlatmaya. Onsuzluğa kelimeler adamaya değil, birlikteliği kelimelerle tablolaştırmaya. Olmadı, olmayacağını hissettim, bu kesin yargıya vardım hızlıca, çabalamanın ardındaki yenilgiyle ağzım yanmadan. Denemeye kendimi hazırlarken denemeye bile gerek kalmadığı o anda tam da. Yıkıcı geldi, can yakıcı ve ölümcül, hayallerimi parçalayarak öldürecek kadar. Kabullendim ama. Dün yoktu, bugün sondu, yarın boştu bomboştu geniş odalar, kalbimin otelinde onun icin ayırdığım.

Vedaya çeyrek vardı ve ben yattım, kendi öz vedamı ellere bıraktım. El-veda etti ben uzandım, gözlerimi aydınlığa kapattım. Karanlığa hafif bir reverans yaptım, yalnızlığımla onu kapıda karşıladım. Rüyaların yerine kabusları çağırdım. Uyudum, uyudum, bir daha uyanmadım. Uyanamadım aşka, aşkla.

28 Kasım 2010 Pazar

Beni Kategorize Etme.

Şimdi insanların artık özel hayatı pek yok ya bu twitter sağolsun, en azından ben olduğu gibi yazıyorum içimden geleni, aklıma gelen hayatla ilgili düşüncelerimi, keşfettiğim müzikleri, saçmalama isteğimi karşılıyorum vesaire.

Bi itirafta bulunmak istiyorum, ya da aslında istemiyorum da viskinin de yardımıyla böyle bi içimi dökesim geldi ve daha çok müzik ve hayat izlenimleri üzerine açtığım blogu biraz daha kişiselleştiriyorum böylece.

Yazıyı yazarken yanımdaki manzaraya baktım. Boş, sokak ışıklarının aydınlattığı "sarı-sıcak" Simon Bolivar. Atakule'nin ışıkları sönmüş, sadece çevreleyen 360 derecelik bir gümüş aydınlık daire ve binlerce yıldızmış gibi görünen bambaşka hayatlarla dolu evlerin pırıltıları.

Tek tük arabalar geçiyor caddeden, tıpkı hayatıma tek tük uğrayan sevilesi insanlar gibi. Önyargı koyup insanlara ilk tanıdığım an yaftalar yapıştırmayı sevmem ama biraz tecrübe kazanmaya başladıkça bazı davranışlar, hareketler sana ipucu veriyor insanların iç dünyaları ve niyetleri hakkında.

Zekaya önem veririm mesela, karşımdakinin dediklerimi anlayıp üzerine yorum yapabilmesi, onları tartabilmesi önemlidir benim açımdan, gözlerine baktığımda bir derinlik görmek isterim o insanın bakışlarında. Bir ayna gibi olmalıdır, karşısında oturup da vaktimi ayırdığım, takılmayı tercih ettiğim insan. Kendimden yansımalara rastladığım an o kişide, değer vermeye, saygı duymaya başlarım ona. Gerçekten kendimden bir şeyler vermek isteğiyle dolarım o anda. Eğer buna değer bulursam o insanı (burdan megoloman bi yaklaşım olduğu düşünülmesin, demek istediğim o değil, beni biraz tanıyan ne demek istediğimi anlar) kolay kolay hayatımdan çıkarmam.

Bir de işin yanlış anlaşılma kısmı var. Neden insanlar beni yanlış anlıyorlar peki? Yakınımda tutmak istediğim insanların anlayamadığım sebeplerden dolayı koymak istediğim konumda olamamaları niye? Kafamı denk gördüğüm insanları kendimi iyi yansıtamadığımdan mı yoksa hala beklentilerimi dengeleyemediğimden mi bu kafalardayım merak ediyorum.

Gurur denen kavramın kesinlikle gereksiz ego savaşlarından olduğu ve saçmalıktan ibaret olduğunu düşünüyorum. Dostlukta da aşkta da bu böyle. Eskiden dev, demirden olan gururumu çok törpüledim. Gurur adını verip, kendini dizginleyip, karşıdakinin tepkileri üzerindeki varsayımlardan yola çıkarak kendini yüksekte tutup içini rahatlamaya çalışmak, bunu düşünerek adım atmak nasıl bir kafadır ki? Ne gerek var bunlara. İçinden geleni yapamadığın sürece karşındakilere kendini olduğun gibi gösterme ihtimalinin olması söz konusu değil.

Her neyse, ben ne zaman bir insanı hayatımda önemli bir yere yerleştirmeye karar versem bir terslik çıkıyor. Araya ya gereksiz duygusallıklar giriyor ya da asla altında yatanı bilmediğim bir nedenden uzaklaşıyoruz, kopuyoruz. Böyle olması gerekiyor deyip kadercilik yapamam ben, gerekmiyor tabi ki de, kimi kandırıyoruz ki, hayatta sadece olması gerekenlerin olması kadar saçma bir mantık var mı? Olması gerekenleri engelleyen sürüyle parametre varken ve bunların iyi ya da kötü niyetli olmaları söz konusuyken hem de.

Umarım hayatımda bulunmasını istediğim insanları elimde tutmayı başarırım çünkü benim için "değer verilesi" kategorisine girenleri kaybetmek kendimden parçalar yitirmekten farklı değil benim için. Yazılarım kadar iyi yansıtamasam da duygularım var kimi zaman, mantıksallığımın altında. Çoğu şeyi sizin önemsediğinizden çok daha fazla önemsiyorum da kötü bi alışkanlık kimseye bunu çaktırmamak heralde.

Tamam uzatmıyorum, gecenin şarkılarını açıklıyorum, Emre'nin bana yaptığı playlistten geliyor;

* Lennt Kravitz - I Belong to You -

* Pet Shop Boys - Love etc.

* Skunk Anansie - Hedonism

* The Smiths - There is a Light and It Never Goes Out

* Arctic Monkeys - Cornerstone

26 Kasım 2010 Cuma

Mr. Jones and me, we're gonna be big stars!

Uyuyamıyorum ben. Gün içinde ne kadar umursamaz, rahat bi insansam gece odama çıkıp müzik dinlemeye başlayınca, en olmadık şeye takar oluyorum. Yalnız olduğumu hatırlıyorum mesela, rahatsız oluyorum, sonra klişelerle boğuşuyorum. "her insan yalnız doğar, yalnız ölür" tarzı cıvığı çıkmış laflar geliyor aklıma iyice bir sinirim kalkıyor.

Sevmeyi özledim ama sevilmeyi daha da çok. Mükemmel akıl verip arasını düzelttiğim, rahatlattığım, sorunlarını çözdüğüm sürülerce insan var çevremde. Ozylerin hayır kurumu olma özelliği maalesef bana da geçmiş. Bi de kendime akıl versem, vere vere bende akıl kalmadı be!

En sevdiğim atasözü "Mum Dibine Işık Vermez". Helal olsun şu atasözlerine. Bir tanesi bile boş değil, biz daha yok twitter'a söz girelim bilmemne yapalım, atalarımız işi çözeli bunları internet olmadan yayalı kaç asır geçti.

Bugün Park Caddesi'nden (mekan adı yazınca çok havalı oluyorum) Mesa Plaza'ya yürürken Naz'la garip şeyler düşündüm yine. Ne kadar orjinal olabilir ki, çoğu insan benzer şeyleri farklı bakış açılarıyla yorumlar, benim avantajım güzel süslüyorum fikirlerimi. Herneyse, keşke kaldırım olsaydım dedim, evet, insanların üzerinden yürümesi için yapılmış bir kaldırım, hem işe yarıyor hem de başka hiç bir sorunu yok, ya da ne bileyim, bir yaprak olsam mesela, tek derdim sonbahar geldiğinde diğerlerinden daha fazla dalımda kalmak olsa, onun dışında gün boyu bön bön dursam.

Ya da insan olucaksam, aşırı bencil olsam, herkese kendi istediklerimi dayatsam, ne istesem pislik, fesatlıklar yaparak elde etsem, taş gibi bir kadın olsam mesela, hafif de kaşar, ne biliyim, manikür pedikürle kafayı bozmuş olsam, tek derdim prada çantama uygun ayakkabı bulup bulamamak olsa ama işimde de tepede olsam, 1 km öteden insanlar ne iyi kız demese de korksalar benden ama bir yandan da arkadaş olmak isteseler belki bir şeyler kaparım diye, kimseyi gerçek anlamda sevmesem, herkesle çıkar ilişkim olsa, zaten başka bir şey de beklemesem, duygularım olmasa, sırf ben ben ben! olsa mesela.

Bu aralar aşırı takıldım bir şeye de vazgeçiyorum o da olmayacak. Alıştım ya ilginç bir şekilde. Artık zaten bir şey için çabalarken ilk aklıma gelen şık en kötü olan. Eski beni bilen bilir, dünyanın en Polyanna insanıydım ben. Peh! Zaten anca burda böyle şeyler yazarım ben, siz beni umursamaz bilin, zaten yine güzelce kıvırırım en iyi yaptığım şey demogoji. Acayip eğleniyorum demogoji yaparken, konuyu öyle güzel kaydırıp öyle farklı çeviriyorum ki çok zor anlarsınız. Bunu okusanız bile yine süper yaparım anlayamazsınız.

İlk defa kendimden bu kadar bahsettiğim ve betimlemelerden uzak durduğum bir yazı yazdım. Hayret ya!

Bu arada yineliyorum. Mr. Jones'u bulan olursa bana göndersin nolur! Ya da "Ben Mr. Jones'um be Deniz burdayım işte" diyen varsa, çekinmesin. Merak etmeyin Cinderella pabucu denetecek halim yok rahat olun o konuda.

I want to be Bob Dylan
Mr. Jones wishes he was someone just a little more funky
When everybody loves you, son, that's just about as funky as you can be







25 Kasım 2010 Perşembe

Şişeler Daha Anlamlı, Altından Bakınca!

Her zamanki gibi ipod'un shuffle'ında müzikler akıyordu ve kanepede uzanmış dinliyordum. Bir şarkı başladı kulağa güzel gelen, değiştirmedim dinliyorum, baktım değişmeden devam ediyor şarkı akışı, radyo gibi adeta, şaşırdım, bildiğim şarkılar değil hiçbiri, ne oluyor diye merak ederken baktım ekranda radyobilkent yazıyor. Şaşkınlığım sürüyor, merakla bekliyorum. Aklımda bir soru, bu radyobilkent kayıdının benim ipod'umda işi ne?

Sabırla dinlemeye devam ediyorum, bilgisayarımdaki şarkılar dışında bir arkadaşımın attığı güzel şarkılar var, o attı heralde ama neden atmış olabilir? Şarkıları beğenmiş galiba o gün güzel çalıyormuş bu radyo kaydetmiş o yüzden derken, "T-rak-tör" diye bir program başladı radyoda. Bu haftaki konuklarının Dengesiz Herifler olduğunu söylediği an anladım neden bu kayıdın ipod'umda olduğunu. Bana şarkıları atan müzik zevkine güvendiğim arkadaşım Eren bu çok sevdiğim grubun davulcusuydu, o yüzden belki bilerek belki dalgınlıkla atmıştı bu radyo programı kaydını müzik çalarıma.

Gülümsedim, içten içe çok da sevindim, çünkü dinleyememiştim çıktıkları o programı ve bir daha da dinleme fırsatı bulamamıştım. Doğa, Mustafa, Eren, Emre. Çok sevdiğim 4 insanın, albümlerinin çıkmasına ramak kalan grubun, eskiden kalma bir radyo programında röportajlarını dinlemek güzel bir tesadüftü gerçekten de. Kulağımda kulaklık evin içinde kahkahalarla gülerek dinledim Türkiye'nin en samimi grubunu.

Medyanın arkasına geçtiğinde genelde insanlar sahte yüzlerine, sahte seslerine ve olmak istedikleri kalıbın içine sığınırlar. Dengesiz Herifler için bu genelleme saçmalıktan öteye gidemez. Günlük takıldıkları ortamlarda nasıldılarsa radyoda da öyleydiler, doğal, rahat, oldukları gibi. İşte bu yüzden samimi geliyorlar insanlara. Arkadaşları, çevreleri onlar hakkında ne düşünüyorsa, müzikleri sayesinde onları bilen insanların da aynı şeyi düşünebilecekleri kadar gerçekler. Toplumun olmalarını istedikleri gibi değil, içlerinden nasıl olmak geliyorsa öyle. Bazı insanların kendi hayatlarında başaramadıkları şeyi kamera önünde de başarabilecek bir grup. Kafalardaki "Müzik grubu" kavramının ideal hali belki de.

Çok yakında kendileri kadar samimi bir duruşa sahip, ve sadece "güzel müzik" yapmak amacıyla ortaya konmuş bir albümle karşılayacaklar bizi. Bu yüzden de hayran olunmayı hak ediyorlar, sahte dünyanın gerçek yüzleri arasında olmayı başarabildikleri için.

Yakında hep beraber pis pis gülüp her gün eğleneceğiz!

Bu kadar yazı yazdım hani şans eseri birileri neymiş bu yazı diye tıklayıp okursa diye biraz reklam da yapabilirim heralde, arkadaşlarımın da laf edeceğini sanmıyorum bana.

Samimiyetinize sığınarak bazı linkler;



21 Kasım 2010 Pazar

Hiç hiç bir şey bilmiyorlar...

"Ne yapsam olmuyor". Evet, olmuyor işte. Takdir görmeyi unutalı çok oldu. En sevdiklerimin güvenini kaybedeli. Mutlu olduğum ortam evim değil benim. Sevmiyorum evde oturmayı, bir saniye bile kalamıyorum eğer evde bir işim yoksa. Boğulacak gibi oluyorum, duramıyorum işte.

Sürekli dışardayım, herkesin iğnelerini çıkararak söylediği gibi. Biri de "neden?" dese değil mi? Kaçıyorum evet, her insan gibi bir şeylerden kaçıyorum, saklanıyorum maskelerin ardına, bırakın kaçayım, sizden değil ki ben kendimden kaçıyorum.

Ne aşk acı verir bana ne başka bir şey, bana tek acı veren kendim. Bırakın, kendi kendimi yaralayım işte. Sağ salim eve gelmiyor muyum sanki, saatin kaç olduğunun ne önemi var? Sanki eve geldiğimde muhabbet mi ediyorsunuz benimle sevgili ailem? Okul hakkında birkaç soru ve kimle ne yaptığım dışında merak ettiğiniz ne var ki? Neden edesiniz ki zaten, etmeyin, çok daha iyi böyle.

Siz benim için, özel bir çocuk deyin geçin işte. "Özel üretim" deyin, bazen mutlu olurum böyle şeylere. Bildiğim bir şey var zaten, içimdeki bu potansiyeller hiçbir zaman kinetik enerjiye dönüşemeyecek, bir hiç olarak toprak olucam ben, işte bu yüzden devamlı dışardayım, en azından ölürken hatırlayacak bir iki mutlu anım olsun diye.

Ne sevdiklerime kavuşacağım ben, ne de başarılı olacağım. İşlenmemiş yeteneklerimi açığa vurup birkaç "aferin" alıp hayallerime pencereden bakıp uzanmaya çabalamak isteyip üşenerek ölüp gideceğim. Her gün ölümümü düşündüğüm bir an oluyor mutlaka. Korku, gerginlik, telaş. Hayatın kısa olmasına duyulan dayanılmaz acı. Klasik gelecek ama genç öleceğim ben muhtemelen. Şaka değil bu. Bir umuttur belki de, yaşlanıp geçmişe baktığımda çok fazla pişmanlığım olacak eğer yaşamaya devam edersem 60'ıma kadar.

Sevin ya da sevmeyin sadece bilin beni, Deniz olarak, zaten başkası olmayı, rol yapmayı bilmem ben, sadece hislerimi gölgelerim bazen, hepsi bu. İstediğinizi düşündürtmek için senaryolar yazabilir demogoji yapabilirim ama sizin iyiliğinizedir bunlar genelde. Kendimi biraz düşünsem çok farklı bir noktadaydım ben.

Bu günden sonra zaten dışarı da çıkamayacağım, kendimden de kaçamıyorum artık, kapana kısıldım. Rahat olun, "buna mı takılıyorsun?" deyin ben de "hakkaten ya saçmalıyorum ergenim heralde" falan bişeyler derim işte.

Of, ölü doğan bir yazı bu. Unutun gitsin ne diyorum ki.

13 Kasım 2010 Cumartesi

İnsan uyumaz bazen, düşünür!

Ben bugün şiir yazdım uzun zamandan sonra. Aşık gibi hissetmek istedim. Duygu yoğunluğu duymak istedim biraz. İçimde bulunduğum boşluğu doldurmak için değil, değerli hissetmek için de değil, sadece aşk'ı özlediğimden, kendimi yeniden geliştirmek istediğimden.

Ben bugün öylece durup düşündüm, uzun zaman yaptığımdan daha farklıca. Yalnız kalmak istedim bir süre, suskunluğumu koruyarak sessizliği dinlemek istedim. Kafamdaki playlist çaldı önce usul usul, fikirlerime göre şekillendirdim müzikleri.

Ben bugün dışarı çıkmayı çok da istemedim. Arkadaşlarımın çağrılarına cevap vermesem dedim, yok ama, dayanamadım verdim, dışarı da çıktım üstelik, saçmaladım geyik de yaptım. İçki içmedim.

Ben bugün eve geç gelmedim, zamanlı geldim ama bavul da hazırlamadım. Öylece oturdum salonda, düşündüm yine, şarkılar dinledim. Yazı yazmak istedim, aklımdakileri de kaleme dökemedim.

Ben bugün, dün yaptıklarım üzerinde çok da düşünmedim, umursamadım, üzülmedim. Aşık olamadığıma üzüldüm biraz ve şu an da buruk bir şekilde haber bekliyordum birinden, meşguldür ya da her neyse dedim onu da umursamadım.

Ben bugün, ne kadar değiştiğimi fark ettim, eskiden kafamda taşıdığım yüklerin ne kadar hafif geldiğini. Herşeyin nasıl da kolay üstesinden gelinebilir olduğunu. Yaşanmamış hiçbir şey hakkında hayal kurmanın bir yere varmayacağını ama yine bunu yapmaya devam edeceğimi bildiğimi. Hayatımda vazgeçilmezlerin bile çok da vazgeçilmez olmadıklarını.

Ben bugün, gecenin bi saati bu yazıyı yazarak bazı şeyleri ölümsüz kıldım. Bu yazıya baktığımda hep hatırlayacağım imgeler işledim satır aralarına, sadece benim görebileceğim. Kimlerin okuyacağını da düşündüm bu yazıyı. Sıkıcı olduğunu düşündüm benim ne yaptığımı çok da umursamayanlar için.

Yine de yazdım işte. Beni çok da umursamadığını bilerek insanların. Kendimden daha fazla umursamayarak onları, bencilce gülümsedim biraz da. Ve son cümlemi yazdım, ardından da kayıt tuşuna basacaktım ki size bir playlist yapayım dedim.

İşte Nam - ı Diğer Bugün Playlisti size;
(tamam okuduğunuz an dinleyiverin)

Duygulardan gidelim,


* Huzur;
Bob Marley - Somewhere Over The Rainbow - http://fizy.com/#s/1lrun2

* Aşk;
Beatles - And I Love Her - http://fizy.com/#s/16jnq6

* Mutluluk;
Coldplay - Don't Panic - http://fizy.com/#s/1d5ien

* Neşe;
Counting Crows - Mr. Jones - http://fizy.com/#s/1m2htk

* Heyecan;
Greenday - Holiday - http://fizy.com/#s/1m2htk

*Umut;
Bob Sinclar - Love Generation - http://fizy.com/#s/1aidao

* Melankoli;
Lenny Kravitz - Ain't No Sunshine When She's Gone - http://fizy.com/#s/1m2htk

* Hüzün;
Mazzy Star - Hair and Skin - http://fizy.com/#s/1lxw04

* Acı;
Led Zeppelin - Babe I'm Gonna Leave You - http://fizy.com/#s/1m0ua6


Notumsu: Şu an içimden geçtiği şekilde seçtim, bi daha bakıp "yok be bu ne alaka" diyebilirim, saçmalamış bu diye düşünebilirsiniz alınmam.

Ben Mesela..

Kendinden bahset derler hep. Kendi hakkında konuşmaktan çoğu kişi hoşlanmaz. Neden ki? Bana kalırsa insan kendinden bahsederken bi çelişki içine düşer, olduğu kişiyi mi olmak istediği kişiyi mi anlatacağı ikilemini yaşar hep. Sevmediği özellikleri söylemek istemez mesela. Farkında değiliz aslında ama dürüst olmak ne zor şey öyle. Özellikle de kendine.

Aynaya baktığınızda neler düşünürsünüz? Mecaz anlamda da kendinizle yüzleşir misiniz? Çoğu insan kaçar bunu da yapmaktan. Herkesi kandırabilirsiniz ama aynadaki o yüzü asla kandıramazsınız. Aslında tüm bireyler kendinin ne olduğunu bilir, ama cevaplayamadığım o değil, neden kendi olmamızı istediğimiz kişi olmaktansa oymuş gibi davranıyoruz? Herkes mi oyunculuktan zevk alıyor bu hayatta. Yoksa çabalamaya, değişmeye dair inancımız mı yok? Yedimizde neysek yetmişimizde o olmaya mahkum mu hissediyoruz?

Ben de çok yaparım bunu ne yalan söyleyim. Çok maskelerim kendimi. Ruhunuz bile duymaz. Belki de buna mecbur hissettiğim için kimi zaman. Olduğumuz gibi gösterdiğimizde kendimizi kabul görmeyeceğimizi düşündüğümüzden zayıflıklarımızı saklamak zorunda olduğumuzu sanıyoruz belki de. İnsan hata yapmalı, yanlış davranışlarını aldığı tepkiler üzerine değiştirmeli. Olmak istediği insan için çaba göstermeli.

Başkalarını yererek yücelmeyi, zayıflıklarımızın üstünü başka kaçışlarla örtmeyi bırakmalıyız önce, başkalarını susturabilmek bizi onlardan üstün kılmıyor malesef. Her insan eşsizdir, eşittir demek zor, şöyle eşittir, herkesin ilgi alanları, duyarlı olduğu, kendini geliştirebileceği alan farklıdır. Başkası bi konuda sizden eksikse o sizden alçakta olduğunu gösteremez. Emin olun ki sizden iyi yaptığı bir şey mutlaka vardır.

Bu okuduklarınızın hiçbiri yeni değil size, biliyorum. Zaten zordur insana bilmediği bir şey söyleyebilmek. Ben hatırlattım sadece, okuyup da ne yorum yaptıysanız kendinize. İç döküntüsü bir nevi işte bu da benim için. Anlatacak kimsen olmaz bazen, klavyenin tıkırtıları tek ses olursa gece, böyle şeyler yazarsın, olabilir.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Elveda De.

Bir son yazdı kız hikayesine. Sandığına sakladığı diğer sonlarına benzeyen bir son daha. Mutsuz son diyemedi, her sonun bir başlangıc olduğunu bilirdi. Her mutsuz gözüken sonun ardından yine gülümseyebilmişti hayatı boyunca ne de olsa. Sağır, kör ve dilsiz hikayesine sessiz sedasız bir son yazıyordu.

"Bitti, hem de yaşanmadan" diye geçirdi içinden, "her zamanki gibi sadece benim hissettiğim o fırtınalar dindi". "Hiç aşık oldun mu?" sorusuna "Evet" diye cevap verirdi ama hiç aşkı yaşayıp yaşamadığı sorulsa duraksardı ve acı tebessümüyle kafasını iki yana sallardı hüzün dolu gözlerini sorunun sahibine dikerek.

Yine bir cenaze töreni vardı kalbinde, bir aşkı daha ölmüştü, kurak, havasız kalbinde. Bir evladını daha yitirmiş bir anneydi, babalarına asla kavuşamamış evlatlarından birini daha yitirmiş acılı bir anne.

Siyahlar kuşanmış ruhunun pelerini dalgalanırken kalbinin ayazının rüzgarında, aşkına son kez bakıyordu. Anılarla sarmaladığı aşkı solgun ve buz tutmuştu. Aşka verdiği emeklerin, fedakarlıkların ölülerine diktiği gözleri keder dolu ve yaşlı gözüküyordu.

Derin bir iç çekti. Yine diğerlerine benzer bir son olacaktı bu. Bol noktalı, ünlem dolu hikayesine, eylem olmayan yüklemlerden bir son.

Ne kalem ne kağıtla yazacaktı bu sefer, beyninin sahillerindeki kumlara kazıyıp zamanla dalgalar tarafından silinişini izleyecekti yazdığı sonun. Zamana yenik düşen bir öyküydü onunki ne de olsa, dış faktörlerden darbe ala ala çürümüş ve zamansızlık içinde çiğnene çiğnene morluklarla lekelenmiş bir aşk öyküsü.

Şarkılar seçti yalnız vedasına, sessiz sonsözler yerleştirdi aklına. Melodilerin yarattığı armonide kaybolurken sildi iki damla gözyaşını. Yaktı ölü aşkının cesedini ve küllerini savurdu rüzgara doğru. Eskiden uğruna beslediği adama ulaşırlar diye bir umutla. İçindeki ses ne kadar bilse de minnacık da olsa aynı rüzgarın adamın yüzüne çarpma ihtimalinin olmadığını.

Mırıldandı şarkıları, adamın kulağında çınladıklarını hayal etti içini rahatlatmak istercesine ve başladı sonunu yazmaya.

"Elveda" dedi ve bekledi, ekleyecek birkaç cümle aradı aklına yazdığı destanın satır aralarında. Bulamadı. O kadar anlamsız milyonlarca sözcük arasından tek anlam ifade edeni zaten söylemişti. O tek kelimenin içinde, söylemek istediği herşey gizliydi. İçinde boğulmaya yetecek kadar çok imge saklıydı o kelimede.

Gülümsedi ve yazdı ışıl ışıl parlayan göz yaşlarından mürekkeple doldurduğu kalemiyle koskoca gökyüzüne son kelimesini hikayesinin.

ELVEDA.

19 Ekim 2010 Salı

Bilgi Sahibi Olmadan Fikirlerle mi Doldum?

Düşünceler hakkında düşünüyorum. Hayatımızın büyük ölçüsü bizimle olan ve belki omuzlarımızın dikleşmesini ve çökmesi sağlayan düşünceler. Başımıza gelenler, yaşadıklarımız, duygularımız, onları anlamlandıran ise beynimizin oluşturduğu düşüncelerimiz.

O kadar güçlü ki bu düşünce dediklerimiz, ağlamamızın, gülmemizin, sıkılmamızın, eğlenmemizin sebebi onlar. Peki aşk? Aşık olmamızı sağlayan da fikirlerimiz mi sadece? Bir insana karşı olan hislerimizi yönlendiren. Başka bir şeylerin daha olması gerek, hormonlar diyeceksiniz, hayır o kadar olmamalı. Bunun cevabını bulamıyorum. Zamanla bakış açımız değiştikçe, - ki bu yine yaşadıklarımızın bize kattığı farklı düşünceler ve onların sonucundaki kararlarımız sayesinde olur - aşık olduğumuz insanlar da değişir. Demek ki aşka etkiyen zaman içinde oluşturduğumuz düşünceler, yani sevdiğimiz insan türünü biz seçiyoruz, ve ona yakın bir insanı kalbimize sokmaya uygun gördüğümüzde ona çekiliyoruz.

Peki neden her zaman beynimin yöneticisinin kendim olmadığını hissediyorum? Özellikle duygularım devreye girdiğinde, duyguları yöneten de aklımız, oluşturan da düşüncelerimizse neden onlara "hakim" olamıyoruz. Üzüldüğümüzde düşündüklerimiz neden çözüm bulmamızı sağlayamıyor? Hani nedensiz kötü hissediyoruz, nedensiz mutlu oluyoruz. "Nedensiz" dediğimiz şey, "düşünmeden", düşüncelerimizin etkisi olmadan. O zaman o diğer şey ne bizi yönlendiren, bilinçaltına atıp kendimize söylemekten kaçındığımız "gizli" düşünceler mi? Bilemiyorum.

Bu soruların cevabını veremiyorum, ama yine düşünüyorum, düşünmek hakkında düşünüyorum ve birçok soru var ki cevaplayamıyorum.

17 Ekim 2010 Pazar

Oyuna Devam...

Ankara’nın en cana yakın mekânlarından biriydi adresimiz, Tunalıyla Kızılay arasında taşıyıcı damar görevi gören Tunus caddesindeki, IF Performance Hall. Heyecan içinde, hışımla adımlarımız sürükledi bizi IF’e doğru, bir saniyesinden bile geri kalsak üzüleceğimiz bir konser çağırıyordu bizi, yolumuza çıkan büyük puntolu Ortaçgil afişleri kalp ritimlerimizin hızını arttırıyordu yaklaştıkça konser alanına.

Vardık ve beklemeye başladık, beklediğimiz her an aklımızda çalınanları kablolarla dışarı aktarabilseydik yüzlerce şarkıyla çınlayacaktı etrafımız, Bülent Ortaçgil şarkılarıyla. O büyülü anın başlangıcını bekliyorduk, Ortaçgil’in dudaklarından dökülecek sözlerle bütünleşmiş melodilerin kanımıza enjekte edileceği birkaç saatin başlangıcını ve zaman bizim sabrımızın yanında oldukça yavaştı.

Dış mekana projeksiyon makinesinden sahnenin görüntüsünün yansıması bizim için en büyük işaretti, o an gelmişti artık, adımlarımız bizim komut vermemize gerek kalmadan içeriye götürdü bizi ve o anda, o mütevazi, gözlerinden yaşadıkları etrafına akan, sihirli, gitar tutan elleri ışıldayan adam ve ekibi sahnede yerlerini aldılar.

Oturdu Ortaçgil, tam karşımıza, elinde akustik gitarı, sanki birkaç dostu ısrar etmiş o da onları kırmamış gibi rahat, huzur verici bir şekilde yerleşti sandalyesine. Konuk müzisyen Turgut Alp Bekoğlu'nu seyirciye tanıtıp, müzisyen dostlarına anlamlı bir bakış attıktan sonra, aklımıza nişan aldı ve oku gitarının yaylarını gerdi ve tınılar dökülmeye başladı tellerden.

Hikayeler anlattı bize, hayata dair, tüm gerçekler gibi çıplak, makyajsız, acı ve tatlının birbirine karıştığı hikayeler. Müziği gösterdi bize, fikirlerin, duyguların, anıların, olayların nasıl vücut bulduğunu notalarda. Yüreğimize dokundu Ortaçgil, uzun zamandır yünlerin içinde sarmalayıp, dokunmaya kapattığımız yüreklerimize.

Durmayan sulardan bahsetti, insanların görünmez barajlarından. Dikti hayatın anlamını gizlediği gözlerini kalabalığa, kimine petunya dedi kimine sardunya, manolyalar gördü, sarmaşıklara karıştı, gülleri kokladı, sümbüllere baktı, gözleri dolmuş nilüferleri andı, hangi çiçek türü olsa fark etmezdi, o biliyordu, su istiyorduk, o da bahçesindeki seyircilerini sevgisiyle, müziğiyle, sözleriyle suluyordu.

Bu iş çok zor dedi, insan yoncalarına, hiç soru sormadan duran insanlardan bahsetti, gürültünün bastırdığı sessiz doğrulardan. Eskiler dedi sonra, onları hatırlatmak istedi bizlere, o söyledi, dinledik biz, düşündük dinlerken, su olduk, ateş olduk bazen, konuşmadık taş olduk, ona odaklandık, yine de oynadık dinlerken, dalıp gittik onunla.

Dostunu yâd etmek istedi sonra, Fikret Kızılok’u hatırlattı. Hüzünle karışık tebessüm belirdi yüzünde ve ona bir şarkı söyledi, onunla yazdığı şarkısını seslendirdi, Fikret’i duyduk biz o söylerken, güldük kara mizahlı sözlerine “uyusun da büyüsün” deyip ninnilerden dem vururken bize.

Ara verelim dedi, hiçbirimizin ara veresi yoktu oysaki bize yüklediği duygu ve düşüncelerin elektriği o kadar fazlaydı ki, kimse etrafındakilerle sohbet edip içindeki fikir fırtınasını dağıtmak istemiyordu. İkinci yarının başlaması saatleri aratmayacak uzunlukta gelen dakikalardan sonraydı.

Bir melodi çalındı kulaklarımıza, yağmur damlaları çiseliyordu sanki, davulun zillerinin tatlı çınlamaları yağmur taneleri gibi ruhumuzu okşuyordu, “dinle yağmuru dinle” dedi Ortaçgil, “huzur bul türküsünde”. Biz de dediğini yaptık, zillerin dalgalı melodilerini taşıdık kulaklarımıza, dışarıda gerçekten yağmur yağarken biz hissediyorduk dört duvarın bizden gizlediği yağmurun her damlasını.

“Herkes kendinden biraz kaçar”, o gece Ortaçgil’in yaptığı biraz da kaçtıklarımızla yüzleştirmekti bizi, ne hayattan ne duygularımızdan kaçabildik o gece. Kulağımıza çalınan dans eden notalarda ve anlattığı hayat hikâyelerinde, kendimizi bulduk, aynaya bakar gibi izledik Ortaçgil’i. Aşk’ı, yalnızlığı, mücadeleyi, görmezden gelmeyi, yitirilmeyi, kalıplara sokulmayı, kaybetmeyi, kazanmayı düşündük. Müziğin insanın özünde ne kadar da var olduğunu gördük.

Herkesin ona karşı hissettiği şey aynıydı, havaya yayılan, Ortaçgil’in çevresinden bize yansıyan o duygu, saygıydı, hayranlıktı. Samimiyeti ve mütevazılığiyle kazandığı ve sonuna kadar hak ettiği saygı. Anlattıklarının netliğiyle yüzümüzde gülümsememizi eksiltmeden dinlediğimiz şarkıları yapan insan olmasının verdiği hayranlık.

Bize çok önemli bir şeyi hatırlatmıştı Ortaçgil, müziğin kitlelerin damarlarına gerçekleri nasıl akıtabileceğini. Yıllardır bunu çok iyi başardığı ise şüphe götürmezdi. Kek kalıbına sokulmaya başlayan müziklerin yanında onunki dizginlenemez özgür ruhlu bir at gibiydi, yıllardan beri hasar görmemiş, dimdik ayakta duran bir at.

Böyle bir konserdi işte, bize bir ayna kadar yakın ve samimi dev, saygı duyulası ustayla söyleşi gibi geçen bir müzik ziyafeti. Konser çıkışı “Nasıl geçti?” sorularına ise çarpık bir gülümsemeyle “Valla, gayet normal” dedik. Oyuna devam, Ortaçgil Ankara’ya daha sık geldikçe, kelimelerle oyunla akıllara nefes almayı öğretmeye devam. Biz hiç etkilenmedik, büyülenmedik desem yalan! Oyuna Devam…

13 Ekim 2010 Çarşamba

I'm Just Upside Down!

Derken hatırladım. Bugün en sevdiğim müzik kanalını seçtim ben, MTV Türkiye demeyeceğim, kesinlikle doğru cevap DreamTV. Yeni dinlemeye başladığım grupların hepsini orda keşfediyorum.

Sabah otomatikten açmışım yine DreamTV'yi, kahvaltımı ederken bir yandan da şarkıları dinleyerek kafamda kurcalanacak yer arıyorum, ruh halim de pek iyi durumda olmadığından düşüncelerimin rüzgarında kaybolmam an meselesi bir haldeyim. O an bir şarkı çalındı kulağıma, dinleme isteği uyandı içimde, ve klibi izleyerek dinlemeye başladım. Türkiye'ye laf etmeyi sevmiyorum da keşke bizde de böyle başarılı klipler olsa dedim içimden.

Şarkıyı hemen telefonumun "notlar" kısmına yazdım unutmamak adına. Brandon Boyd - Runaway Train. Bir anda daldım gittim, aklıma binlerce düşünce saldırmaya başladı başladı sanki, ama aynı anda şarkıdan ve klipteki görüntülerden başka da bir şey düşünmüyordum. Işıkları, görüntü kalitesi, o kadar hoşuma gitti ki, şarkı zaten önceden de kulağımın aşina olduğu bir şarkıydı. Evden çıkmadan önce dinledim ve çok keyiflenerek çıktım evden. Bunu bana yapabilen tek şey müzik. Şiir aşığı bi insanım, kitap okumayı da çok severim, ama bu müziğin uyuşturucu etkisini hiçbiri yapamıyor bana, ondan bahsedince bile, aşkından bahseden kızlar gibi heyecanlı ve mutlu hissediyorum kendimi.

Bir klip daha önereceğim size, aynı zamanda şarkı da çok güzel, hatta bu klip ilkinden bile hoşunuza gidecek diye düşünüyorum. The Avett Brothers - Head Full of Doubt Road Full of Promises. Kliplerden bahsetmeyeceğim ki siz kendiniz merak edip izleyin. İki şarkı da gerçekten çok güzel, kliple dinlenip aklınızda öyle kalan şarkılar vardır, bir de kliple ayrı tek başına kulağa ayrı gelen ikisinde de aklınızda farklı imgeler canlandıran şarkılar, bu saydıklarım 2. kategoride.

Linklerini vereceğim burda ama son bir tavsiyem var, Paloma Faith dinleyin, kadını da çok beğeniyorum ki herkesin beğeneceği bir görünüşü yok aslında, ve şarkıları gerçekten şeker tadında ve çok eğlenceli.

Evet işte günün Playlisti; -kliplerini siz bulunuz ben şarkıların linklerini veriyorum. -

* The Avett Brothers - Head Full of Doubt Road Full of Promises

* Brandon Boyd - Runaway Train

* Paloma Faith - Upside Down

* Paloma Faith - Smoke & Mirrors

Yaşamaya Üşeniyorum.

Günümüzün en büyük sorunlarından biri olan üşengeçlikle mücadele ediyorum. Hareket etmek pek yorucu gelmeye başladı. Neden bu kadar halsiz hissettiğimi anlamış değilim, mesela şimdi yukarı çıkıp koşu bandını çalıştırıp koşmaya nasıl üşendiğimi anlatamam.

Teknoloji yüzünden deyip kestirip atmak da pek kolay, herşey elimizin altında, sürekli internette geziyoruz, ihtiyacımız olan herşeye bir telefon uzaktayız insanlar hareket etmeye etmeye, herşeyi yapmaya üşenir oluyorlar.

Tamam bunların hepsi doğru da, benim cidden kanımda bu aralar bir yavaşlık var, psikolojimin pek yerinde olmamasına bağlıyıp kurtulsam mı ki? Öyle yapacağım galiba, durağan hayatım ve depresyona kayan psikolojim vücudumdaki kan akışını yavaşlatıyor ve ben de hareket etmeye üşenen, oturduğu yerden kırk saat boyunca kalkamayan biri oluyorum. Ben başka bir şey yazacaktım oysa ama heralde onu da hatırlamaya üşendim.

12 Ekim 2010 Salı

Dön Bak Dünyaya!

Parmaklarım klavyede bir süre duraksadım. Aslında yazasım da yokmuş şu an fark ediyorum bunu. Bugün evde bütün gün öylece durup uzun uzun düşündüm.

Hayatımı sorguladım, uzun zamandır üzerinde düşünmekten korktuğum hayatımı. Gelecekte olmak istediğim yeri, hayallerimi gerçekleştirmek için yeterince çabalayamama sebebimi, geçirdiğim zamanları nasıl da boşa harcadığımı, insanların hayatındaki yerimin benim hayatımda edindikleri yerle bu kadar farklı olmasının nedenlerini sorguladım durdum.

Tam olarak bi yere vardın mı? derseniz. Yok, çok bir şey değiştiremedim, çözümleri bulamadım, ama şunu fark ettim ben. Hayat bunları rahat rahat sorgulayacak, 1 gününü buna israf edecek kadar uzun bir şey değil. Sen bu hayatta yapman gerektiğini düşündüğün şeyi yapacaksın, gerisine de çok takılmayacaksın.

Kendi doğruların doğrultusunda, yapacaklarını aksatmadan ertelemeden yaptığın sürece, kendi ilkelerine ters düşmediğin sürece, canını yakanlara karşı dik durduğun, kendine güvendiğin inandığın sürece, hatayı kendinde aramakla vakit kaybetmezsin zaten.

Güveneceksin kendine, güvenmeni engelleyen şeylerin ne olduğunu bulup ya onları değiştireceksin, ya da kabulleneceksin kendini. Başka biri olarak gelme şansın yok, görünüşünü, kökenini değiştirme. Gerek de yok zaten, herkes eşsizdir şu hayatta, herkes farklıdır. Sıradan olanlar farklı olmaya çalışanlardır. Önemli olan, kendi için yaşarken, başkalarının mutluluğu uğruna da bir şeyler yapmayı başaran olmaktır. Sıradanlıktan kopan insanlar en iyi yapabildiği şeyde kendini geliştirmekten vazgeçmeyenlerdir.

Üzmeye alışkınız biz kendimizi, olmayan sorunları dert etmeye, içimizde huzursuzluklar yaratmaya, gerek yok bunlara. Hayat asla kolay denilemeyecek, ama zor olduğu kadar da çabaladıkça güzelleşen bir insan kadar eşsiz, ama aslında her insanın yaşamadıkları sürece sıradan sandıkları bir güzelliktir.

Yaşayın, ve bir şeyi istiyorsanız yapın, görünmez zincirlere takılmayın, kendi yarattığınız duvara çarpmayın, bir oyundaysak, kuralına göre oynayacağız. Frp oynamak gibi hani, zar kaç gelirse, o zara göre en mantıklı hamleni yapmak zorundasın. Kozların, yeteneklerin güçlerin, yeri geldiğinde kullanmasını bildiğin sürece anlamlılar sende.

Yaşamak çok güzel, yaşamaktan korkmadan, hayatın dalgalarının üstüne üstüne atladığın sürece.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Gittiğin Yağmurla Gel..

Hayatımda barınan herkesi tarif edilemez derecede seviyorum. Sevginin sonsuzluğu belki de çeşitlendirilemezliğinden geliyor. Herkese hissettiğim sevginin farklı yönleri, farklı şekilleri, farklı anlamları var. "Vazgeçilmez" sözünü ne kadar sevmesem de, hayatımın vazgeçilmezleri var benim yanımda sadece, teferruat herkesi dışarda tutuyorum artık.

Hayatımın kilit parçalarından biri, kısa sürede kanıma karışan, benden parçalar vererek kalbime işlediğim, onun parçalarıyla çoğaldığım, herşeyimi, gerçek anlamda her ama herşeyimi bilen, tek bir bakışımdan bütün duygu yüklerimi çözümleyebilen bir dostumu bugün 3 aylığına başka bir ülkede bambaşka bir şehre uğurluyorum.

Ben sevdiğimi belli etmek, sevgimi karşımdakilere hissettirmek konusunda başarılı bir insan değilim, bunun nedenini sorarsanız söylemekte zorluk çekerim, sadece yazarken duygularımı çok iyi ifade edebildiğimden değil, bu duygularımı insanlara gösterememin bir sonucu bence, galiba, zamanında kıymet bilmeyen çok insana çok şeffaf olarak içimi gösterdiğimden böyle oldum. Kimbilir.

Bu insan, kardeşim, dostum, kankam, iki insan arasındaki yakınlığı ifade edebilecek ne sıfat varsa hepsinin sahibi olan bu güzel insan, kulağa kısa gelen "3 ay"lık bir süre uzakta olacak benden. İçimi çok nadir dökerim ben insanlara, ama en çok da ona dökerim, ona anlatırım dalgalarımı, gözümden akan damlaların sebebini, çoğu anda da tanık olur zaten kahkahalarıma, gözyaşlarıma, dengesiz ruh halimi maskeleyen yapımın altındaki hareketlenmelere.

Ve benim bi parçam olarak kabullendiğim bu insan, hayatımın 3 ayında benim yanımda olmayacak, ben de onun. Çok zor, kelimelere aşkı anlatmaktan bile zor bu korkuyu, yalnızlığın geleceğinin habercisi hislerimi, tedirginliğimi anlatmak.

Dostum, bu yazıyı okuyacaksın, ki buraya kadar okudun, seni seviyorum, kendim kadar seviyorum hem de, ne kadar zaman zaman gösteremesem, birbirimizi kırıp kızgın bakışlarımızla sevgimizi gölgelesek, hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilerek hayallere dalsak, bazen birbirimizin acısını azaltmak için elimizden hiçbir şeyin gelmemesinin çaresizliğini yaşasak, seninle uğraştığım zamanlarda kafamı kırmak isteyip de sadece gülüp geçsen de, seni çok özleyeceğim Zeynep, şimdiden özledim biliyor musun?

Dün o kadar sevindim ki bugün gidememene, seni bir gün daha görmek hem çok daha zorlaştırıyor herşeyi, hem de dışa vurmaya alışkın olmadığım duygularımın seli gözyaşlarımı daha da çok akıtıyor, aynı zamanda da mutlu oluyorum dostumu bir gün daha fazla görebileceğim için.

Seni çok özleyeceğim kardeşim, bu kısa cümlede aslında anlatmak istediğim her şeyi söylemiş oluyorum, biz konuşmasak bile yanımdayken bana verdiğin huzuru, güveni, yanında hiç çekinmeden kendim olabilmeyi, kendimi profesyönelce maskelediğim anlarda herkesi kandırıp da seni asla kandıramadığımın bilincinde olmayı, bir sorunun olduğunda saatlerce seni dinleyip, acını kendi içime taşıyıp sana belki belli edemeden senin kadar üzülüp, sana yardım etmek için elimden gelen herşeyi ortaya koymam gerektiğini hissetmeyi, gülüp eğlenirken, bir şarkıyı dinlerken gözgöze geldiğimiz o anda ikimizin de aynı şeyi düşündüğünü bilmeyi, tartışırken bile nasılsa barışacağımıza aramızdaki bağın kopmasının imkanının olmadığına güvenmeyi, kısaca sana, aramızdaki dostluğa olan sonsuz inancımı bu 3 aylık süreçte ne kadar arayacağımı söylemiş oluyorum sana.

Gözlerim dolu dolu bu yazıyı yazıyorum sana, ola ki yine belli edemezsem duygularımı, geyiğe vurup umursamaz tavırlarıma başvurursam şüpheye düşme, düşmeyeceğini bilsem bile, bazen duymak ister sevildiğini insan, özellikle benim gibi duygularını asla belli edemeyen bir kardeşi varsa.

Seni seviyorum kardeşim, seni çok özleyeceğim.

5 Ekim 2010 Salı

Satırlar uçar gider aklımdan..

Vişnelikteydik, Bir MFÖ masalı sahnede, masal gibiydiler, eğlence, melankoli, hüzün, tebessümler birbirine karışmıştı.

O akşam yağmur vardı Ankara'da, tam ortasındaydı yağmurun, yalnızlığı ömür boyu benimsemiş bir kalabalık, "sakın gelme" dediler eski sevgililerine izleyiciler, dönesi yoktu kimsenin. Vurgun yediğimiz sevdaları andık. "Ah bu ben" dediler, "Kendimi nerelere koşsam", ele güne karşı yapayalnız olanlar. Psikopattı MFÖ dinleyicileri, billah yaparlardı, o'nsuz olmazdı onlar kaçarlardı o'ndan, her insan gibi.

Mazeretimiz de vardı bunlar için, asabiydik, bi Ali Desideroyduk bazen, ele güne karşı yapayalnızdık, böyle de olmazdı ki dedik MFÖ'yle dert yandık, yalnızlıklarımız itip birlikte eğlendik sonra. Leylayı bulma faslına girdik majörlerimizi tüketip minörlere geçtik. Sonra gözyaşlarımızı bitti sandık onlar söylerken, ortak noktası MFÖ'nün büyülü şarkıları olan binlerdik. Mutluyken, rüya gibi geçti saatler.

Büyük grup bu MFÖ, hatta Türkiye'nin en büyük grubu. Küçüklüğümüzden aşina olduğumuz tınılar, büyürken farkında olmadan işlemiş kanımıza, bizim ninnilerimiz MFÖ şarkıları olmuş, yüreğimize aydınlık olmuş, karamsar anlarımız için cümlelerimiz, sesimiz sembolümüz olmuşlar. Yıllar geçmiş müzikle yoğrulup yaşlanmamışlar, hepimizden genç, hepimizden eğlenceli, hepimizden hayat dolular. Hala müziğin yolunda emin adımlarla yürüyüp bizi peşlerinden sürüklüyorlar. Bizim de şikayetimiz yok, ve onlar müzikten emekli olana kadar da şehirlerimizi şenlendirmelerine, duygu sellerinde bize anılarımızdan damlalar göstermeye devam etmelerine itirazımız olmayacak!

Mazeretim var MFÖ-koliğim ben! Halimiz kötü olsa bile onlarla şahane =)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Psikolojik Çöküş Evreleri.

Anlatmakla geçmeyecek sıkıntılar.
Bi türlü bulamadığın çözümü sadece sende olan sorunlar.
Kalabalığın içinde daha çok hissedilir hale gelen yalnızlık duygusu.
Huzursuzluk, zaman akıp geçerken hedeflerine ulaşamadığını görmenin yarattığı hayal kırıklığı.
Başarısızlık korkusu sonucu, çabalamaktan kaçmak.
Yapmak istediklerinden uzak durma, nedenini sadece üstüne çökmüş korkutucu bir ağırlığa bağlayabilme.
Kendinden bütün bu dalgalanmalar yüzünden nefret etmek.
Şu an burda oturup bişeyleri düzeltmeye çabalayacağına bu yazıyı yazdığın için kendine kızmak.
İlk defa, hayatında hep çalan müziğin sustuğunu hissetmek.
Sessizliğin sesinden korkmak, içinden çığlık atmak gelirken derin derin susmak.
Kendini ifade edememek, en büyük kozu kelimeler olan bir insan için bunun yarattığı yıkım.
Kafanda beliren çözümleri horgörüp depresyona kendini itmek.
Sevildiğine olan inancını kaybetmenin yarattığı değersizlik hissi.
Hayat kadar güzel bir şey içinde bu kadar gereksiz bir varlık olduğunu düşünmeye başlama.
Akıp geçen zamanla yüzleşememe.
Çöküş.
Kayboluş.
Sessiz hıçkırıklar.


Gerçek bir öyküden alınmıştır. Hatta şu an yaşananından...

Playlist;

Boşluk....

23 Eylül 2010 Perşembe

Time Is Running Out!

Birazdan bahçeliye gidicem. Eve yeni geldim. Yorgunluk akıyor bütün hücrelerimden, halsiz hissediyorum çok, sanki 2 gün boyunca uyusam yine de yorgunluğumu geçiremeyek gibiyim.

Arkada Guano Apes - Quietly çalıyor. Bu şarkıyı dinlemeyeli çok olmuş. Garip bi his veriyor bu şarkı bana, stüdyonun ilk zamanlarına götürüyor beni. Akın'ın eski gruplarından Freefall çalardı bunun coverını. Davulda Akın, gitarda Defne, basta Pınar ve vokalde Aslı vardı. Güzel kafalardı. Stüdyonun çok daha farklı bi konsepti vardı, arkadaşlarla eğlenmek ve amatörce müzik yapıp takılmak için gidilen bir mekandı. Abimin gözünün içine bakardım beni götürmesi için o boş geçen pazar günleri. Uslucu yanlarına oturup dinlerdim onları ve sonra eğlenceli muhabbetlerine katılıp, ilerde kendi grubumla oraya, Kennedy caddesinde korkutucu merdivenlerden inip demir kapıyı aşıp gideceğim o sıcak ortamın benim de ortamım olacağı günün hayalini kurardım.

Şimdi davul&bas odası olan o yer o zamanlar ne kadar da kişisel ve bilinmedik bir yerdi öyle. Hayalimin bir kısmı gerçek oldu, benim de ortamım oldu orası, davul ve bas derslerinin olduğu, yakın zaman önce yasaklanan partilerinin etkisini 1 hafta üstümden atamadığım ve gitar dersi alan tek öğrenci olarak gittiğim, kardeşim gibi benimsediğim insanlarla takıldığım bir mekan ama hala müzik grubum yok. Rock star olacağıma dair inancımdan ise hiçbirşey kaybetmiş değilim. Er ya da geç, müzik benim için çok daha farklı boyutlara gelecek.

Çok çalışmam gerektiğinin bilincindeyim. Gitarı benimseyip, onu kendi parçam haline getirmem gerek. Zaman geçtikçe harcayacak, kaybedecek bir tane bile kum tanesi kalmayacak kadar hızlı akıyor kumsaatimdeki kumlar. Ve ben gün geçtikçe daha da emin oluyorum ki ben hayatımı müziğe adamaya hazırım.

Yolun başının da en başındayım, acemi olacak kadar bile ilerlemedim, ama zaten hayal kurmak bu işin başına ulaşmanın ilk adımı. Gitarda biraz ilerledikten sonra davula yöneleceğim. İçimde bir yerlerde ritme karşı olan aşkımın uyanması sonucu davula sürükleniyorum, hissediyorum bunu. Henüz kimseyle paylaşmadım, kardeşim dediğim Ego dışında kimseye çaktırmadım bunu ki o içine doğmuş gibi aklımı kaç gündür kurcalayan soruyu sordu "Davul çalsana abi sen!" dedi.

İç sesimi o günden beri susturabilmiş değilim. Gitarı bırakamayacak kadar bağlıyım şu anda, ama davulu da gitarı ilerlettikçe öğrenemeyeceğim anlamına gelir mi bu? Tabi ki gelmez.

Artık o ortamdayken kendimi eksik hissediyorum, müziğin deryasında yüzen insanlar var orda, müzik hayat damarlarından biri haline gelmiş insanlar, ben ise o yolun başına getirecek adımı atmaya çalışıyorum yanlarında ve beni cesaretlendirip, gerçek dünyadaki cennetin - ki belki de tek cennetin - ne olduğunu gösteriyorlar bana.

Tam olarak onlardan biri olmak için, ve tabi hayalimi daha da ilerilere taşıyıp onu hedef haline getirebilmem için, çalışmam, o adımı atabilecek cesareti ve yeteneği içimde bulup geri dönememecesine müziğin sonsuz yoluna girmem gerek. Yapacağım bunu, er olamadı ama geç de olsa güç olmayacak.

Bekle müzik dünyası, Deniz gelmek için ilk adımını atmak üzere. Dostlarının desteğiyle senin yollarında zorlu ve emin adımlarla yürüyecek.

Yazı yazma süresince dinlenen şarkılar; (shuffle'ın gücü adına!)

* Guano Apes - Quietly
* Guns N' Roses - Mr. Brownstone
* Pinhani - Yalnızlık
* Hooverphonic - Mad About You
* Red Hot Chili Peppers - Snow(Hey Oh!)

21 Eylül 2010 Salı

"Büyü" de gel çocuk..

"Öyle bir geçer zaman ki" diye bir dizi başladı. Konusuna değinmeyeceğim, bu dizide beni etkileyen en küçük oğlan karakter çünkü.

İlk bölümünde son sahnede çocuk karakterin büyüklüğü olan anlatıcının konuşması ve bugün izlediğim bölümünde çocuğun tavrı, mimikleri...

Ne garip bi evreydi çocukluk, üzerine düşünüldükçe inanılmaz keşifler yapılabilecek bi süreç aslında. Hayal ve gerçek arasındaki o kalın perdenin çekilmediği, "hayalgücü"nün hayatın amacı halinde olduğu, sıkıcı, monoton ve gittikçe klişelerle dolan hayatımızın başlamadığı o güzel zaman dilimi.

"Çocuk mu kandırıyorsun?" deriz mesela, oysa ne de güzeldir hala çocukların o körü körüne inandıkları toz pembeliklere inanabilmek. Her insan çocukluğu süresince Neverland'de yaşar bence. Sonunda zorla ordan çıkartılıp, büyümek adı verilen gri tonlamalı evreye geçip, masallara inanmayı bırakırız.

Ne diş perisi, ne noel bana, ne vampirler, ne periler, ne kurtadamlar. Artık "doğaüstü"lüğe inanmayı ve Neverland'de yaşamayı bırakıp dünyanın pek de güzel olmayan gerçekliğiyle yüzleşiriz. Açlık, kaygılar, biçilen roller, yer edinme kaygısı, sevilme isteği gibi yeni gereksiz emeller. Oysa bir çocuk ona şeker verdiğinizde bile mutlu olabilen tek canlıdır.

Hem vardır, hem yoktur. Onun yanında herşey konuşulur, onunla herşey paylaşılır, ne de olsa anlamaz. Bir aynadır çocuk, kendi içimizi döküp nasılsa anlamayacağını düşündüğümüz.

Ne yapması gerektiğinin ya da toplumun tepkisinin ne olacağının kaygısını taşımadığı için, ne yapsa yeridir. Çığlık atsa, hoplasa, zıplasa, yerli yersiz dans etse, üstüne yemek dökse ya da "büyüklerin" yapınca hoş görülmeyecekleri ne yaparsa yapsın, çocuktur o işte, çocukluk yapacaktır.

Ama biz büyükler o kadar başarılıyızdır ki pazarlama ve özendirme konusunda, başına geleceklerden habersiz olan her çocuk büyümek ister.

Bilmezler ki büyüdüklerinde, "büyümek" kelimesinin içinde barındırdığı "büyü" den uzak düşecekler...

19 Eylül 2010 Pazar

Together we stand, Divided we fall!

Herkesin bi "müzik zevki" vardır hani. Dinlemekten hoşlandığı tarz, grup, şarkıcı. Bence bu çok doğru bi yaklaşım değil. İyi-Kötü müzik tarzı yoktur, olmamalıdır. Her tarzın içinde iyi, kaliteli, ve kötü, kulağa hoş gelmeyen vardır. Müzikte de her sanat dalında olduğu gibi kalıplaşmış kurallardan bahsedemeyiz tabi, insan o yüzden "kulağına hoş gelen" tabirini kullandığımız müziğe yönelecektir.

En saygı duyulası şeyin sanat olması gerekirken, en saygısızca ve acımasızca eleştirilen şeydir bir sanat dalı olan müzik. Her tarzın kitlesi diğerine sataşmayı marifet sanmaya başlar bi süre sonra. Ne kadar doğru peki bu? "Ben elmayı çok seviyorum ama armut çok rezil bi meyvedir onu yiyenlerin aklından zoru var" demek ne kadar saçmaysa, "Ben rockçıyım, rap dünyanın en saçma müziği" demek de aynı oranda saçmadır!

Müzik ki yeryüzünde, durup dururken insana hisleri aktarmanın en güzel yollarından biridir, kendi içinde çatışmaya girip savaş gibi gereksiz bir şeyle onu kirletmek o kadar çirkindir.

Her tarz müzikten, içinize güzel hisler uyandıran, yaranızı saran ya da acınızı içinde daha çok bulup yalnızlıktan kurtulduğunuz, teselli bulduğunuz şarkıları seçin, dinleyin dinletin. Çünkü her sanat gibi müzik de paylaştıkça güzeldir.

İyi müzik dinlemek için illa profesyönel bi müzik bilgisine sahip olmanız gerekmez, duygularınız sizi doğru yere zaten götürür. Yeter ki barış içinde dinleyin o büyülü sesleri!

Günün şarkısı :

* Lionel Richie - Easy Like the Sunday Morning - http://fizy.com/s/1m8lpu

11 Eylül 2010 Cumartesi

Ben Zaten Sarhoşum.

Uzun zaman olmuştu ağzıma içki koymayalı. Sarhoşluk gereksiz bir ayrıntı şekline girmeye başlamıştı hayatımda. İçmeden sarhoş bile olabiliyordum. Psikolojik sarhoşluk adını taktığım sarhoşluk evrelerini içeren ama sabaha baş ağrısı ve akşamdan kalma olmadığınız bi şarhoşluk düşünün. Üstelik mutlu bir sarhoşluk bu, çünkü ortamın güzelliğiyle doğru orantılı olarak ortaya çıkıyor.

Dün kanıma karışan alkol gerçek sarhoşluğun ne olduğunu bana hatırlattı. Keyifli bir sarhoşluktu. Eğleniyorduk, mutluydum, yüzeysel mutluluklarımı deşecek kadar karışmamıştı kanıma beynimi uyuşturan sevgili alkol.

Yok, psikolojik sarhoşlukta asla olmayacak bir şey oldu işte. Bastırdığım mutsuzluklarım, soru işaretlerimin hepsi gün yüzüne çıktı. İstemediğim bir mekan, istemediğim bir zaman, ve canını sıkmak istemediğim insanlara karşı.

Gülüşlerim, ağlamalara, kahkahalarım hıçkırıklara dönüştü. Aktı yaşlar, aktı, yok, durmadı. Üstünü kumlarla kapadığım ve görünmez kıldığım bütün gerçek duygular kumları savuran alkol rüzgarıyla dışa dudaklarımdan dökülüyordu. Keşke hatırlamasaydım, çünkü unutacak kadar, nelerden bahsettiğimi şu an hatırlayamayacak kadar çok içmemiştim...

Bu acıyı çekmem gerek, kendim dışında kimseye hissettirmeden. Üzülmem ama kendimi yıpratıp harcamadan yapmam gerek, ve beklemem. Zehri kusup kusmamalı mıyım adam gibi buna da karar vermem gerek. Yorgunluğumu daha çok hareket ederek geriye atmanın bi işe yaramadığını gördüm. Bir süre daha içmeyeceğim. Çünkü kendimden bile sakladıklarımdan korkuyorum. Kendi denizimde boğulmaya cesaretim, gücüm, taakatim yok.

10 Eylül 2010 Cuma

The Drugs Don't Work

Yalan söyledim.
En çok da kendime.
Yok inanmadım.
Kendime yalancı olmak yerine,
Yabancılaştım hislerime.

Yalan söyledim.
Sanki kalbimin dudaklarını bantla kapayıp
Onu susturabilirmişim gibi.

İnandılar içime uzak olanlar,
Peki ben, inandım mı?

Belki istedi zihmin
Ama o toprak bakışların yüzünden
Düştü dudağındaki bant kalbimin

Yalan değil,
Aşkı tanıdım beri
Ben bu hayatta
En çok seni sevdim

Labirent içinde
Kayıp ve acınası halim

Ve sen,
En çok da sana
Yalan söyledi gözlerim.

Fonda Tbe Verve - The Drugs Don't Work çalmaktayken içimden gelen nesir-şiir arası sade bir yazı işte. Paylaşıyorum yalnızlığımla. İyi sabahlar olsun.

31 Ağustos 2010 Salı

Hayat Senin Elinde, Peki Nedir Bu Acele?

Düşünüyorum da, insanlar için hayatlarında en önemli şey ne diye baktığımda, sürekli gördüğüm şey ya kariyer, ya aşk. Hırslarının esiri olup işlerinde bir numara olmaya çalışırken herşeyden uzaklaşıyorlar ya da, aşkı uğruna kendilerini harcayıp depresif durumlar içine sokulmuş kadınlar, bi zaman bi kıza aşık olup onun için kendine acı vermiş bütün kadınlara piçlik yaparak olmayan bi intikam peşinde koşan erkekler dolanıyor etrafta. İtiraf edelim, hepimiz böyle şeyler yaşayacağız, kariyerimiz için uykusuz geceler geçirip hiç olmadık adamlara yalakalıklar yapıcaz kan ve gözyaşıyla sırf karnımız doysun biraz da lüks bi hayatımız olsun diye kendimizi yiyip bitircez, aşık olup sürünücez köpek olucaz, dostlarımızı bezdiricez, kendimizi eskiticez. Kaçış yok.

Size çözüm önerim ise yine sanat. Ben ne zaman, okul -ki benim iş hayatım olur kendileri - ya da aşkla ilgili sorunların çıkmazına girmiş hissetsem sanata tutundum. Aşık oldum, arkadaşlarımla mutlu günler geçirdim, yalnız kaldım, insanlığa üzüldüm, sorguladım, kızdım, delirdim, şiir yazdım. Her ruh halime uygun şarkılar buldum, dinledim, gitar çaldım, hayatımın her anında kafamda bir müzik listesi oldu hep. Sanat bir kaçış belki de, duygularımızı yansıtmanın, ya da paylaşmanın tek yolu bile olabilir. Arkadaşlarımızla dertleşirken bile hep şarkı sözlerinden cümleler, şiirlerden alıntılar, filmlerden sahneler vermez miyiz zaten. Rutinlikten uzak bir şey sanat, ve en güzel dalı da müzik, çünkü her dal iç içe müzikte, hem sözler, hem melodi, aklında otomatikman hızla çizilen yağlı bir tablo gibi his manzaraları..

Hep derim, hayatımda beynimde çalan müzik durduğu andır kalbimin durup hayata veda ettiğim an. O kadar acele ediyoruz ki yaşamak için, peri masallarına inanmaktan o kadar çabuk vazgeçiyoruz ki müziğin yeryüzündeki büyünün varlığının kanıtı olduğunu göremiyoruz bazen bir ömür boyu.

Yapmayın, sanatı hayatınızdan çıkarmayın, yine aşık olun hem de ömrünüze sığdıracağınızı düşündüğünüzden de fazla, kariyer için kendinizi hırpalayın, ama bir müzik aleti çalın mesela, fotoğraf çekin, resim yapın, şiir, öykü yazın, sanatı hayatınızda tutun. Gerçekten genç kalacaksınız. Yok estetik ameliyat kırışık kremleri, bilmemneler hepsi yalan. Müzisyen insanlara bi bakın, sahnede eski bi grup izleyin mesela, adamların ne kadar genç gözüktüğünü, eski dediğimiz o anlardan hiç bi farkı kalmadığını düşünerek büyülenirsiniz, daha büyük bi ilaç var mı bu dünyada sizi ölümsüz ve genç hissettiren sanattan başka?

Düşünmeyin düşünmeyin bak ben size söyleyim, yok yok yok!

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Aşkın Doğumu ve Ölümü

İyileşen yara kaşınmaya başlar. Ellerine hâkim olamazsın hani. Elin uzanır sana inat ve tırnakların bir ileri bir geri gezinir yaranın üstünde. O an o “iyileşen” yaranın kabuğunu koparırsın ve kanamaya başlar. Eskimiş pıhtıların ardından akar taze kan ve sen kendine aynı yalanı söylersin. “İyileşen yara kaşınmaya başlar” Kaşıyınca yeniden kanamaya başlasa bile.

Artık sevmiyorum dedim. Doğruydu, artık sevmiyordum, artık onu sevmeyi hiç ama hiç sevmiyordum. İtiraf etmek gerekirse - ki genelde hiç gerekmez – biraz da pişmandım onu sevdiğime, keşke diyordum her cümlemin başında, kendimden daha da nefret etmemi sağlayarak, çaresizce keşkeler havuzunda yüzmeyi öğrenmeye çalışıp bataklık gibi o havuzda hareket ettikçe batıyordum. Bir soru geliyor akla bu yazdıklarımı okuyunca, daha önceleri sevmeyi seviyordum da ne değişti artık sevmemeye başladım?

Tam olarak bu soruyu cevaplayabilirim. Ben ona olan aşkımın karşılığında hiçbir şey beklemedim desem çok büyük bir yalan olurdu bu, bekledim elbet, ama bana veremeyeceği hiçbir şey beklemedim. Sadece bana değer vermesi, benim ona verdiğim kadar değil elbette, sadece onun hayatında küçük ama önemli bir parçanın sahibi olmak, onun engin hayatında küçük bir toprağın bana ait olduğunu bilmek. Bu kadar basit, zor olmaktan çok uzak, arkadaşça ufak bir sevgi, doldurabileceğimden de küçük bir parça, yanında olmamın hoşuna gittiğini bilmek belki de. Bana kâğıtlara, sayfalara dökemeyeceğim kadar çok şey ifade eden birinin hayatında ufacık bir anlama sahip olduğumu bilmek, arada bir aranmak, istenmek. Gerçekten bu kadardı tüm istediğim.

Saf ve temizdir aşk, kırmızının en katıksız, kirlenmemiş tonudur. Kıpkızıl bir alev olarak kalbime yerleşmişti aşkı, uzakta saklı bir şekilde yetiştirdim ben onu. Onun varlığından güç alan ve ondan habersiz büyüyen bir canlıydı içimde sevgisi. O bilmedikçe var olacak her canlı gibi doğup büyüyüp ölecekti yine kalbimde. Böyle olsaydı hala severdim, kendi ellerimle yarattığım o canlıyı, Aşk’ı, ama olmadı. Aşk, yapabileceği en büyük hatayı yaptı ve benim kalbimden göründü ona. O kadar büyüleyici o kadar yüce bir canlı yaratmıştım ki, korkuttu O’nu Aşk’ım, kalbimin geçici misafiri ve benim için yepyeni bir kâbus başlattı. Eğer ki onun da kalbinde kalbimin konuğu Aşk’ın yalnızlığını dindirecek bir parça olsaydı, benim misafirim kadar kızıl ve temiz, o zaman benim gördüklerimi görecekti o güzel varlıkta. Aksi oldu. Korku, kaçma içgüdüsünü uyandırdı ve adımları hızlanarak uzaklaştı benden, gönlümü adamaya hazır olduğum sadece bir parça toprak için dilendiğim o kişi.

Onu benden uzaklaştırdığı için, içimdeki Aşk’a artık nasıl herhangi bir sevgi besleyebilirdim ki? Ben onu beslerken, büyütürken, o benden onu besleme nedenimi almıştı, üstelik sadece onun farkındalığını uyandırarak. Eğer hep bir haber kalsaydı Aşk’ımın kaynağı olan o kişi, istediğim o parçayı benimle paylaşacak ve ben onun için dokunmaktan çekindiği, yanındayken üşüdüğü bir buz kalıbını sembolize etmeyecektim. Yine boğazıma ekşi keşkeler dolup beni boğma çabalarına başlamışlardı. Kızgınlık, pişmanlık, hüzün, hayal kırıklığı, korku, Aşk’ın benim için yeni anlamlarıydı bunlar.

Peki, nasıl bu hale gelmişti her şey? Nasıl görünmüştü ki Aşk ona? Üstelik tüm aksi yöndeki çabalarıma rağmen. Bilmiyordum, ama tek bildiğim, içimde yetişirken gittikçe büyüyüp dışa taşmaya çok meraklı olmaya başlamasıydı. Engel olmak gittikçe zorlaşıyordu, onun varlığıyla aynı çevre içinde olduğum anlarda, kalbimin sevgili konuğu bana “normal” de yapmayacağım hareketler yaptırıp, davranışlarımı değiştirmeme neden oluyordu. Daha kötüsü de vardı üstelik; gözlerim. Kalbimde yarattığı kızıl ışınlar gözüme yansıyor ve onu kendi tanrısı kabul eden Aşk’ın duyduğu hayranlık gözlerimden fışkırıyor ve onun bakışlarıyla buluştuğunda ortaya çıkacağı korkusu beni daha da çok geriyordu.

Başka bir tehlike daha mevcuttu, Aşk’ın içimden taşmasını gözlemleyebilecek tek kişi o değildi, çevremdeki diğer insanlar bunun farkına varmaya başlamışlardı bile. Ve yine Aşk, engel oluyordu yalandan cümlelerimin ağzımdan çıkmasına ve gerçek dillendirildikçe kelimelerle etrafa, yeni patlamış bir volkan gibi yayılıyordu. En acısı ise, lavların sadece beni yakmasıydı. Onun soğukluğu karşısında üşüsem mi, utancın lavlarıyla kavrulsam mı kestiremiyordum.

Her ne şekilde olduğunun önemsiz olduğu bir gerçek vardı. Nasıl olursa olsun, kendisi yüzünden hayat bulan ama asla kabullenmek istemeyeceği bir canlının varlığının farkına varmıştı O. Belki beni belki kendini korumak adına, korkunun da verdiği içgüdüsel duruşla, benden ve o gördüğü yücelikten uzak durmaya karar vermişti. Acı gerçek kulaklarıma sertçe bağırıyordu ki elimden hiçbir şey gelmeyecekti. Üstelik yapmam gereken daha zor bir şey vardı; Kalbimdeki davetsiz misafiri öldürmek. Çok direneceğini ve tırnaklarını defalarca kalbime batırarak derin yaralar açacağını biliyordum, ama yapmam gerektiğinin bilincinde olacak kadar da ayıktım. Önce dört duvar ördüm etrafına ve yok saydım Aşk’ı. Çığlıklarını, duvarlara çarpan inletici yumruklarını geceler boyu dinledim. Onu kendi isteyinceye kadar yok edemeyeceğimi tekrar etse de, pes etmemem, aldanmamam gerektiğini biliyordum. Duvarların üzerinden küstahça O’nunla birlikte olan anılarımı resimleyip beynime göndermesine aldırış etmemeye çalışıyordum. Pes ettiğim anlarda, umudumun nasıl da vahşice öldürüldüğünü hatırlatıyordum kendime ve direncimi yeniden keşfediyordum. Zamanla, beslenemedikçe zayıflıyordu, çığlıkları fısıltılara dönüşüyordu, Aşk’ım kalbimden parçalar kemirip izini bırakmaya çalışarak yavaş yavaş ölüyordu. Kötü hissediyordum elbet, bu kadar safça bir varlığın bu hale gelmesi çileden çıkarıcıydı, ama benim elimde değildi böyle olması, üstelik buna sebep olan o sevilesi adamın suçu da değildi bu.

Ben de kan kaybediyordum, ruhum hasar görüyordu, mantığımla duygusallığım iç savaştaydılar, Aşk, duygusallığımın esir düşmüş komutanı, beynimi yıpratmak için elinden geleni yapıyordu. Mantığım duygularımı bastırmayı ve galip gelmeyi başarmıştı. Ama her savaş gibi bu savaşta da kazanan kaybeden kadar bitap düşmüştü. Üstelik mantığım ayıldıkça toprak gözlü adam’ın dostluğunu özler olmuştum.

Zaman, bu yıkımın toparlanıp yaraların iyileşmesine tek ilaç, elbet zamandı. İçimin yangından kül olmuş kent ve kasabalarını zaman onaracaktı ve bir süre yaralar kaşınmamalıydı. Bu yüzden toprak gözlü adamdan kaçma sırası bendeydi belki de. Yine işimiz zamana kalmıştı. Artık doğru gün geldiğinde zaman, akrep ve yelkovanla olmasa da bir şekilde haber gönderecekti.

Yaralarımı iyileştirdiğinde, kasaba ve kentlerim yenilendiğinde işaret verecekti zaman bize ve o zaman ne korku ne başka bir duygu kaçmamızın bahanesi olamayacaktı ve Aşk’ın adını bile anmayacak kadar nankörleşip, birbirimize dost canlısı bakışlarımızla gülümseyerek arkadaşlığımıza tutunacaktık.

Aşk’ın bana dayattığı bir nedenle değil, arkadaşlığın verdiği hisle isteyecektim onun hayatında bir parça olmayı, ihtiyacı olduğunda ağlayacağı bir omuz, gülerken bakmaya ihtiyaç duyduğu gözler, sevincini ve neşesini dışarı akıtmak istediğinde bir bardak gibi bitecektim yanında. Ve zamana teşekkür edecektim. Doğru anı bana getirdiği için.

Bu kadar kirlenmişlikten uzak, saflıkla ışıldayan bir duygunun kalbin içinde doğumuyla, büyürken yalnız kaldığını hissetmesinin ardından, acı, pişmanlık ve hüzünle harmanlanarak ölmesi fazlasıyla ironiktir. Daha da garibi ölümünün ardından yaşanmışlıkların hızla coşkusunun sönmesi ve sönmüş volkanları andırmasıdır. Patlama anında ölümcül izlenimi yaratan işkenceler çektirmesine rağmen soğuduğu an zararsız bir anı halini alır Aşk. Bu yüzden de zıt duyguların oluşturduğu bir tezdir. Yaşarken bu zıtlıkların dengesi insana dengesizliği çağrıştırsa bile bütün verdiği acılara rağmen saflığını yitirmez.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Ben Ki Sevmekten Hiç Usanmam =)

Uzun zaman olmuş yazmayalı. Yine ellerimi klavyede kayarken buluyorum. Yeniden merhaba! okuyucularım demek isterdim de eminim kimse de okumuyo.

"Değer vermek" - ne kadar çok kullanırız şu 2 kelimeyi. Her insan hayatındaki bireylere belirli bi değer biçer zaten, önemli olan miktarıdır o değerin. "Sana değer veriyorum", evet ben de sana belirli bi değer veriyorum zaten, muhattap aldığın herkesin bi değer katsayısı vardır. Diyelim ki çok önemli senin için biri, dost olarak, arkadaş olarak, ya da her ne şekildeyse. Ben genelde karşımdakine önemli olduğunu sözlerimle değil bakışlarımla, onu dinleyiş tarzımla, anlattıklarına verdiğim cevaplar ve onun için yaptıklarımla hissettiririm. Fakat, şunu farkettim ki, insanlar, sevildiklerini önemsendiklerini böyle şeylerle anlamaktansa, duymak istiyorlar. Ben sevgi cümleleri kuran bi insan değilim karşımdakilere. Çok nadir içimden gelir böyle şeyler. Kendimi düşündüm, evet ben de bana ne kadar değer verildiğini duymak isterim, hissedebilmek isterim bi şekilde, özlenerek, bi ortamda istenerek, ilgilenilerek. Ben yapıyor muyum? Hayır.

Sorun da burda. Birey ne kadar saygı duyulduğunu, önenmsendiğini hissederse, karşısındakine de o kadar gösteriyor. Peki ilk gösteren kim olacak? Artık ben olmaya karar verdim. İnsanlara benim için ne kadar önemli olduklarını hissettiricem. Yapıcam bunu. Ne kadar değerli olduklarını her fırsatta hatırlatıcam onlara. Çünkü ben insanları koşulsuz sevmeyi, onlara güvenmeyi seviyorum ve bu sevgiyi onlarla paylaşmaktan geri durmama gerek yok! Seviyorum sizi dostlar! Özelsiniz =)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Basit ve Farklı

Basit güzeldir,
Basit anlaşılır.
Basit çaba gerektirmez
İnsan hep basit’i seçer
Basit kazanır.

Farklı değişkendir,
Farklı karmaşık
Farklı zor olandır
İnsan farklı'yı iter
Farklı harcanır.

20 Haziran 2010 Pazar

Bu gece yağmur var Ankara'da..

İçim bi kıpır kıpır. Yağmur da yağdı ya. Toprak kokusu heryeri kapladığında camı açarsın hani, odan bütün doğallığıyla yağmur yemiş toprak kokusuyla doluverir. Sevdiğin bi albüm koyarsın müzikçalarına.

Hele yağmur yağarken müzik dinlemenin ayrı bi güzelliği vardır. Doğanın sana sunduğu fon müziğidir yağmur damlalarının tatlı sesleri, her şarkıya ayrı bi anlam ayrı bi derinlik katar.

Güzeldir yağmur, gökyüzünün masum gözyaşlarıdır ve hıçkırıkları gökgürültüleriyle bütünleşir kulakların, şimşeklerle çarpılır yüreğin. Hele bir de düşüneceğin biri varsa uzaklarda, ya da yakınlarda ama yüreğinden uzak duran. O zaman bir başka buruk tadı vardır yağmurun. Hüznü güzelleştirir, tat verir kırık kalp parçalarına.

Laptop kucağında hafif uzanır bi pozisyonda, müzikle bütünleştirerek dinleyeceksin yağmuru. O vakit duyarsın sana anlattıklarını gökyüzünün. Eğer biraz cesaretin varsa damlalarla ıslanmaya, çıkarsın terasa, saçlarını okşar yağmur, destek olur sana, irkileceğin gerçekleri akıtır omuzlarından aşağı kalbine doğru süzülen damlalarıyla.

Ve işte bi yağmur playlisti;

* Şebnem Ferah - Yağmurlar (ilk akla gelendir hep)
* Bülent Ortaçgil - Yağmur
* Teoman - Yağmur
* Cem Adrian - Yağmur
* Ayna - Gittiğin Yağmurla Gel
* Mfö - Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da
* Gripin - Durma Yağmur (yenilerden)
* Emre Aydın - Bu Yağmurlar
* Ceynur - Yağmur
* Serdar Ortaç - Yaz Yağmuru (nadir güzel şarkılarından)
* Guns N' Roses - November Rain (yabancılardan favorim olanı koydum çok var yoksa)

17 Haziran 2010 Perşembe

İşte öyle bir şey.

Bi şeyi açıklığa kavuşturalım. Zararın neresinden dönsen kardır derler hani. Bu lafı çoğumuz yanlış anlıyoruz. Bi kere bi zarara girmişsin, senin hayatını belirli bi ölçüde kötü yönde etkilemiş o hata, "zarar" vermiş sana ve artık "dur!" demişsin yolunu değiştirmişsin. Bu kar meselesi burda başlıyor. geçmişi temizlemiş olmuyorsun, daha da kötüye gitmesini önlüyorsun sadece, tümör ya da kanserli bölmeyi çıkarıp düzeltmiyorsun, yayılmasını engelliyorsun yani.

Ben de büyük bi zarardan döndüm, etkileri silindi mi, hayır, ama daha da kötüye gitmeyecek, ölümcüllüğünü yitirecek, başka bir deyişle toparlayacağım. İşte o yüzden diyoruz, zararın neresinden dönsen kardır diye. Matematiksel olarak da öyle. Zarardan zarara fark vardır, büyük zarar etmektense küçük olan tercih edilmelidir. Büyük zarar - Küçük zarar = Aradaki kazanç yani "Kar". Budur olay.

15 Haziran 2010 Salı

Ah sen!

Sen,
göndermelerimin adresi,
sevdiğimin bilincinde ya da bi haber olan toprak gözlü adam,
değiştirir mi iki ihtimal de
gebe kaldığım sevginin büyüklüğünü,
beni dipsiz kuyularında boğan?

Sen,
fakir ruhumu besleyen bir parça ekmek gibi bakışları olan
güzel adam, ezip geçiyorsun benliğimi,
benden ayrı bile tutsan kalbini,
sence bir yürek çıkabilir mi
bu sevdaya engel duran?

Sen,
içi ve dışının birleşimi
farkında olmadan bana mucize yaratan orjinal adam,
üzebilir mi beni,
senin mucizende var olamamam?

Sen,
beni sevebilme ihtimalini değil,
katıksız, dalgalı ruhunu sevdiğim adam,
varlığını hissettiğimde daha bir istekle çarpan kalbimi
var mıdır senden başka
tek bir temasıyla durduran?

Ah! Sen,
benim olması imkansız olan,
özgür, sevilesi, ayaklarıma zincirlenmiş atları koşturan adam,
kalbimden silsem seni,
kim kurtarabilir beni
içimde beliren o derin, zifiri boşluktan?

Unutma beni, unutama beni.

Unutmak. Bu kelime dönüp duruyor aklımda. Hatırından silmek ama hatırlamamak değil, bir köşeye saklayıp da koyduğun yeri görmezden gelmek gibi. O'nu unuttum dersin hani. "O" dediğine göre hatırlıyorsun bak, unutmadın, sadece ona karşı bakışının anlamını değiştirdin. Yoksa kimi unutabilirsin hayatta? Sadece anıların ve duyguların üzerindeki etkisi son bulur. Unutmak diye bir şey yok.

İnatla yanlış kullanıyoruz bu kelimeyi. Böyle yerleşmiş dilimize. Düşünüyorum da ne acı bir şeydir unutulduğunu duymak. "Seni unuttum" ne ağır bi cümledir öyle. En çok unutulmak koyar insana, bundandır ölümün bir son olmadığına kendimizi inandırışımız. Başka bir insanın içinde ölmek de aynı derece rahatsız edici değil mi? Oysa ki birini sevdin mi unutmazsın onu, hiçbir zaman. sevgin tükenir belki ama kalır ismi aklında, hiç olmadı varlığı mutlaka anılarına işlenir bir gün hatırlarsın. İnsan unuttuğu şeyi hatırlar, anar mı hiç? Hatırlamaz tabi, ama eski sevdiklerimizi, dostlarımızı hatırlarız biz. Dedim ya, unutmak diye bir şey yok.

13 Haziran 2010 Pazar

Uykusuz Her Gece.

Yine uyuyamadım, gözlerime uykunun uğramamasından mı? uğramasını engelleyen düşüncelerden mi? Biiemedim. Elektrik kesildi yattım yatağa, gelince geri kalktım, uyuyamadım işte.

Biraz gitar çaldım, biraz müzik açtım, yazılar yazdım bilinmezlere, internette dolandım, her köşede aradım bulamadım uykumu. Yalnız değilim, çoğumuz uykusuzuz her gece. Bu sene bozuldu benim uyku düzenim. Ne de çok severdim uyumayı, hala da seviyorum, bütün bi gün uyusam suçluluk duymam günü harcadım diye.

Şimdi gelmicek bi türlü ama yarın da intikamını alıcak benden, uyku akan gözlerimle dolaşıcam zombi gibi. Okuldaki çimlere yatıp uyuyasım var. Güneş gözlerimi hafif gıdıklarken, güneş gözlüğüm olmasına rağmen, mayışık bi biçimde yarı uyur yarı hayal kurar halde yeşilliklerde kaybolasım. Seviyorum o kafaları. Şehirde otursam seğmenlere giderdim. Haftaiçi şehre inmem mümkün olmuyo.

Uyusam artık, zorla getirsem mesela uykumu? Annesinin 10. seslenişinde pes eden bi çocuk misali geliverse.. Evet denemeye değer. O zaman fizyden bi playlist yapıp yatıyormuşuz. İyi geceler.

Sen de yap, güzel oluyor!

Hadi bakalım size benim çoğu zaman yaptığım bir şey yaptırıcam. Hazırsınız? Haydin, Başlıyorum;

Yatmadan önce -ki muhtemelen artık yatma moduna giriyoruz- beyninizi dinlendirmek için bir aktivite yapıcaz. Başucu ışığınızı yakarak, ya da koridorun ışığını açık bırakarak yarı karanlık bi ortam yaratın, yatağınıza uzanın, sevdiğiniz şarkılardan bir playlist hazırlayın ve kısık sese ayarlayarak (komşuları düşündüm ben yoksa açadabilirsiniz istediğiniz kadar) play tuşuna basın. Hayal kurun gözlerinizi kapayıp, ne ile ilgili olursa olsun, sanki gerçekmişcesine en ince detayına kadar kurgulayın beyninizde, imkansız şeylerden seçin özellikle, bir süreliğine gerçek kabul edin onları. Bunu yapmayı çok severim ben, rüyalarımın başlangıcına böyle karar verebildiğim oldu kaç kere, sora daha farklı şekilde gelişseler bile bilinçaltına etkiyebildiğini görmek enteresan.

Onu geçtim, bir süreliğine olmayan bişeyi olmuş gibi hissetmek güzel bi duygu değil mi? Çok süper bence. Kendinizi çok kaptırmayın tabi. Ben bunu o yüzden daha çok gerçek olmayacağını bildiğim şeyler için yaparım. Ya da hayal kurma kısmını atın, yatmadan önce hafif bi müzik dinleyerek uyuyakalmak gibisi var mıdır? Bunu yapamayınca eksik hissediyorum ben.

6 Haziran 2010 Pazar

İyi Gün Dostlarım.

En kendim gibi hissettiğim yerdeydim. Stüdyo. İyi hissetmiyordum evet, birdolu insan, dostlarım, yakın gördüklerim, arkadaşlarım, sanki hepsi birer yabancıydı. Boş gözlerle baktım etrafıma, ve o anda bir şey farkettim, herkes kendi halinde, kimse için bir başkasının derdi önemli değil aslında. Dışarıda oturdum bir müddet, ağladım, ve gözzyaşlarımla ben bir süreliğine yalnızdık.

İnsanlara bencil ya da umursamaz oldukları için kızamazsın, iyi anında yanında oldukları, kafalarınızın çalışma şeklinin benzeştiği an onları dostun diye adlandırabilirsin, ve olup olmadıklarını ancak kötü bir ruh haline girdiğinde hala kaç kişinin yanında olduğundan anlayabilirsin.

Birinin kötü olduğunu anlamak için ona sorman gerekmez, her zaman gördüğün davranışlarını gözlemlediğin o insan "normal" diye tanımladığından farklı davranıyorsa eğer, evet hayatında ona farklı bir duygu yaşatan bir şey vardır ve bu seni rahatsız ediyorsa yanında olursun. Sırf vicdanını rahatlatmak için "noldu?" diye sorup "yok bişey" cevabı alıp yanından gitmezsin. Tabi işin bir yönü daha var, çoğu insan kötü bi ruh halinde olduğunda, bunu kabullenmek istemez.

Artık kimseden yanımda olmasını beklemiyorum, ki zaten yanımda olmamaları için onları iten benim. Buna direnenler ve beni yine de yalnız bırakmamayı göze alanlar ise benim için özel olanlar. Herşeyin düzeleceğine inanmak zor geliyor, ama inanmaktan başka çarem de yok.


Yine bir şarkıyla kapıyorum bu yazıyı.


Şebnem Ferah - İyi Gün Dostlarım -

Hangi gün hangi an üzülsem ağlasam
Halime güldünüz
Ne yapsam ne etsem olmadı anlayan
Aşkı çok gördünüz

Çekilin yanımdan gelmeyin üstüme
İyi gün dostlarım tutmayın elimden

Hangi gün hangi an bir omuz arasam
Uzakta oldunuz
Ne yapsam ne etsem olmadı anlayan
Dostluğu çok gördünüz

2 Haziran 2010 Çarşamba

Renkli hayat, bana hayalimi sat.

Şu an Metropolis'in Makine albümünü dinliyorum. En son dinlediğim zamandan yıllar geçmiş, hala kapağını hatırlarım, abimin getirişini albümü, benim kapağının renklerinin ve tasarımını beğenişimi. Mor fon üstüne sarılı turunculu güneş üstünde megafonumsu bir şey.

Dinlediğim ilk zamanlar bile etkilenmiştim sözlerinden ki 2002 yılıydı, yani 11 yaşında, kişiliğimin bile tam oturmadığını düşünürsek ileri seviye bi müzik zevkine sahip olmamın söz içeriğini tam olarak anlayabilmemin söz konusu bile olmadığı zamanlar. Farklıydılar, piyasadaki müzikten çok farklı olduğunu ta o zamanda anlayabilmiştim. Şimdi yeniden dinlediğimde ise çok daha inanılmaz geliyor gerçekten. Her enstrümana ayrı ayrı odaklandığında dalıp gidiyorsun, sözlere kaptırınca çok daha derinlere dalıyorsun. Gitar soloları, davullar, basın vuruşları, müzik altyapısı gerçekten "başarılı" sıfatını hakediyor. Sözlerde çok ince detaylı göndermeler, karşı bi duruş var. İlk albüm, yeni albüme duyduğum heyecanı yanıcı bir şekilde körüklüyor. Bilmemek, keşfetmemek çok büyük bir kayıp müzikle ilgilenen bir insan için. Keşfedin, dinleyin, dinletin! Şarkı adlarını da yazmalıyım ki tam olsun.

1. Makine
2. Sükut-u Hayal
3. D.K.A
4. Tek Gece
5. Fırtınalı Şarkı
6. Bekle
7. Gel Gör Beni
8. Kanka Bu Nası Bi Trip
9. Tüm Kanallar Dolu
10. Güzel Şarkı
11. Her Cennet

1 Haziran 2010 Salı

Ankara, bahtı kara.

Ankara. Doğup büyüdüğümüz şehir. Hep horgördüğümüz, bir gün gideceğimizi iddia ettiğimiz ama garip bi çekicilikle aslında bizi içine çeken ve "Angaralı" yapan şehir. Seviyorum ben burayı. Belki çok takılacak mekan yok, çok canlı bir gece hayatı yok metropol gibi değil, alışveriş merkezlerinde eksikler var, deniz manzaralı herhangi bir yere rastlamak mümkün değil, ama sadeliğin güzelliği var bu şehirde. Dostluklar var, mütevazi insanları var, herşey orta şekerli, abartı, ihtişamdan uzak, kararında burda. Sadeliğin zarif ve güzelliği var.

Bir cumartesi dışarı çıkınca belki bikaç mekan birden yapıp eğlencenin dibine vuramazsınız ama, eğlendiğiniz gerçek dostlarınızla samimi bir barda oturup muhabbet edip sarhoş olabilirsiniz. Soğuktur geceleri, nemli de değildir, ama mesela tunalıda bir gezin dostlarınızla, bi Sakal'a uğrayın, ya da Kıtır'da bira kokoreç yiyin, Kıtır doluysa Random'a gidin, hiç olmadı bestekar ve tunus'u turlayın. IF'e Dib Sahne'ye de bakın mutlaka, kafanıza uygun bi yer mutlaka olur. Geceyi Devrez, Çorbacım ya da Rumeli'de ağız tadıyla bir çorba içip yorgunluk muhabbetleri yaparak geçirin.

Deniz yok evet, çok etkinlik de olmuyo herkesin aşkı İstanbul'da olduğu kadar, süslü püslü de değildir Ankara, alışveriş merkezlerinde orda burda sosyeteler de gezinmez. Samimidir, ve görmesini bilene denizden fazlası vardır, Marmara'dan derindir. Kaybolmazsın içinde, her tipten insanın takılmayı tercih edeceği belirli yerler vardır. İstanbul bol makyajlı alımlı bir kadınsa, Ankara doğal güzeldir. İlk bakışta İstanbul'a kayar akıllar, ama Ankara'nın duru güzelliği İstanbul'un boğuculuğunda kendini aratır. Severiz biz Ankara'yı gerçek "Angaralılar" olarak.
İstanbul'a da kaçarız arada mavilikler görmek için, ama geri döneriz memleketimize sonunda, ve içeriz kahvemizi beton manzaramıza bakarak, ve mutluyuzdur, hem de huzurlu.

Hem müzik de yapılır burda, imkan yoktur, piyasa yoktur, İstanbul süslü şımarık zengin kızıdır, Ankara memur ailede yetişmiş tutumlu kızdır sonuçta, ama yaratıcılık vardır Ankara'nın kanında, İstanbul'un hareketliliği olmadığından, düşünmeye, üretmeye daha çok zamanı vardır "Angaralı"nın bu yüzdendir piyasadaki iyi grupların çoğu da burdan çıkar işte.

Severiz Ankara'yı, kim ne derse desin, laf eden biz olsak bile, duru güzelliğine kapılırız kolay kolay bırakamayız onu. Taşına bakar gözlerimizin yaşıyla bütünleştiririz, ve deriz Ankara'nın kendisi bir deryadır, varsın denizi, boğazı, köprüsü olmasın.

It's just love!

Saat 2:52. Hava zifiri karanlığını kaybediyor yavaş yavaş. 3 saat sonra gökyüzü aydınlanmaya başlayacak, yepyeni bir gün daha umutlar gibi dağın ardından doğan güneşle başlayacak. Bütün ışıkları kapalı evin. Fizy listemde çalan müzikler ve elimin tuşlara basma sesi dışında hiçbir ses çalınmıyor kulağıma. Ne bir araba sesi ne bir köpek havlaması yok dışarda. Müziğin sesi kesilmediği sürece, şarkıların hissetmemi istediklerini hissediyorum. Arkada Bob Sinclar - Love Generation çalmakta. Islık seslerinin hoş ritmi ruhuma mutluluğu hatırlatıyor. Bu şarkı bitene kadar inanılmaz güzel hisler, renkler beynimde dans ediyorlar. Sabaha kadar 3-5 yazı yazabilirim kısa kısa. Dinleyin bu şarkıyı. En mutsuz anınızda bile biraz olsun daha iyi hissedeceğinizi garanti edebilirim size. Feel the love generation!

30 Mayıs 2010 Pazar

Duygu, Biraz duygu..

Nasıl anlatsam, nerden başlasam.. Böyle tam güneş batmak üzere, hafif bir yel eserken, deniz kenarında kumlara uzanarak, ya da denize sıfır küçük bir evin yana doğru uzayan balkonundayken elimde laptop yazılar yazmak istiyorum. Fonda Mfö- Bodrum Bodrum, rüzgar dağıtacak saçlarını hafifçe üfleyerek ılık ve ritmik. Dalga seslerine karışacak şarkının sesi, sözler daha bi anlamlı olacak hele de Bodrumdaysan. Saçların ıslakla kuru arası, deniz tuzu kaplı vücudun, huzur kaplamış her yanını, güneşle aranda mesafe kurmamak adına sürmemişsin güneş kremini. Bütün istediğin "biraz deniz ve biraz uyku". Klavyeden tuş sesleri, bastıkça harflere, rahatlatıcı ve samimi. Yaz'ı özledim ben, ama benim hayalim farklı bir yaz, hani havaların terletici sıcaklığa ulaşamadığı, rüzgarı eksilmeyen, denizin dalgasız, çarşaf gibi, şeffaf ve soğuk olduğu, hani tenine temas ettiği anda hoş bir irkilme hissettiren cinsten, hem iskelesi olan, hem de sahilden denize girebilen bir kumsalı olan bir yerde. Bütün isteğim buydu..
Real Time Analytics