14 Aralık 2010 Salı
Şiirler, şarkılar, masallar..
12 Aralık 2010 Pazar
Music The Great Communicator!
9 Aralık 2010 Perşembe
Yalnızlığı Kokluyorum Kurutulmuş Yapraklarda.
8 Aralık 2010 Çarşamba
Kim Anlar Benim Halimden?
6 Aralık 2010 Pazartesi
Zehir zıkkım oldu bize bal badem.
4 Aralık 2010 Cumartesi
Kalbimi Kağıda Dökerim Ki Ben.
30 Kasım 2010 Salı
Zaman Beklemez
Sevmeye hazırdım oysa. Sevişmek için yaşamaya değil ama yaşamak icin sevişmeye. Onu şarkılarda bulmaya değil şarkıları onunla anlamdırmaya. Sayfalarda onu yaşatmaya değil yaşanmışlıkları sayfalarda anlatmaya. Onsuzluğa kelimeler adamaya değil, birlikteliği kelimelerle tablolaştırmaya. Olmadı, olmayacağını hissettim, bu kesin yargıya vardım hızlıca, çabalamanın ardındaki yenilgiyle ağzım yanmadan. Denemeye kendimi hazırlarken denemeye bile gerek kalmadığı o anda tam da. Yıkıcı geldi, can yakıcı ve ölümcül, hayallerimi parçalayarak öldürecek kadar. Kabullendim ama. Dün yoktu, bugün sondu, yarın boştu bomboştu geniş odalar, kalbimin otelinde onun icin ayırdığım.
Vedaya çeyrek vardı ve ben yattım, kendi öz vedamı ellere bıraktım. El-veda etti ben uzandım, gözlerimi aydınlığa kapattım. Karanlığa hafif bir reverans yaptım, yalnızlığımla onu kapıda karşıladım. Rüyaların yerine kabusları çağırdım. Uyudum, uyudum, bir daha uyanmadım. Uyanamadım aşka, aşkla.
28 Kasım 2010 Pazar
Beni Kategorize Etme.
Bi itirafta bulunmak istiyorum, ya da aslında istemiyorum da viskinin de yardımıyla böyle bi içimi dökesim geldi ve daha çok müzik ve hayat izlenimleri üzerine açtığım blogu biraz daha kişiselleştiriyorum böylece.
Yazıyı yazarken yanımdaki manzaraya baktım. Boş, sokak ışıklarının aydınlattığı "sarı-sıcak" Simon Bolivar. Atakule'nin ışıkları sönmüş, sadece çevreleyen 360 derecelik bir gümüş aydınlık daire ve binlerce yıldızmış gibi görünen bambaşka hayatlarla dolu evlerin pırıltıları.
Tek tük arabalar geçiyor caddeden, tıpkı hayatıma tek tük uğrayan sevilesi insanlar gibi. Önyargı koyup insanlara ilk tanıdığım an yaftalar yapıştırmayı sevmem ama biraz tecrübe kazanmaya başladıkça bazı davranışlar, hareketler sana ipucu veriyor insanların iç dünyaları ve niyetleri hakkında.
Zekaya önem veririm mesela, karşımdakinin dediklerimi anlayıp üzerine yorum yapabilmesi, onları tartabilmesi önemlidir benim açımdan, gözlerine baktığımda bir derinlik görmek isterim o insanın bakışlarında. Bir ayna gibi olmalıdır, karşısında oturup da vaktimi ayırdığım, takılmayı tercih ettiğim insan. Kendimden yansımalara rastladığım an o kişide, değer vermeye, saygı duymaya başlarım ona. Gerçekten kendimden bir şeyler vermek isteğiyle dolarım o anda. Eğer buna değer bulursam o insanı (burdan megoloman bi yaklaşım olduğu düşünülmesin, demek istediğim o değil, beni biraz tanıyan ne demek istediğimi anlar) kolay kolay hayatımdan çıkarmam.
Bir de işin yanlış anlaşılma kısmı var. Neden insanlar beni yanlış anlıyorlar peki? Yakınımda tutmak istediğim insanların anlayamadığım sebeplerden dolayı koymak istediğim konumda olamamaları niye? Kafamı denk gördüğüm insanları kendimi iyi yansıtamadığımdan mı yoksa hala beklentilerimi dengeleyemediğimden mi bu kafalardayım merak ediyorum.
Gurur denen kavramın kesinlikle gereksiz ego savaşlarından olduğu ve saçmalıktan ibaret olduğunu düşünüyorum. Dostlukta da aşkta da bu böyle. Eskiden dev, demirden olan gururumu çok törpüledim. Gurur adını verip, kendini dizginleyip, karşıdakinin tepkileri üzerindeki varsayımlardan yola çıkarak kendini yüksekte tutup içini rahatlamaya çalışmak, bunu düşünerek adım atmak nasıl bir kafadır ki? Ne gerek var bunlara. İçinden geleni yapamadığın sürece karşındakilere kendini olduğun gibi gösterme ihtimalinin olması söz konusu değil.
Her neyse, ben ne zaman bir insanı hayatımda önemli bir yere yerleştirmeye karar versem bir terslik çıkıyor. Araya ya gereksiz duygusallıklar giriyor ya da asla altında yatanı bilmediğim bir nedenden uzaklaşıyoruz, kopuyoruz. Böyle olması gerekiyor deyip kadercilik yapamam ben, gerekmiyor tabi ki de, kimi kandırıyoruz ki, hayatta sadece olması gerekenlerin olması kadar saçma bir mantık var mı? Olması gerekenleri engelleyen sürüyle parametre varken ve bunların iyi ya da kötü niyetli olmaları söz konusuyken hem de.
Umarım hayatımda bulunmasını istediğim insanları elimde tutmayı başarırım çünkü benim için "değer verilesi" kategorisine girenleri kaybetmek kendimden parçalar yitirmekten farklı değil benim için. Yazılarım kadar iyi yansıtamasam da duygularım var kimi zaman, mantıksallığımın altında. Çoğu şeyi sizin önemsediğinizden çok daha fazla önemsiyorum da kötü bi alışkanlık kimseye bunu çaktırmamak heralde.
Tamam uzatmıyorum, gecenin şarkılarını açıklıyorum, Emre'nin bana yaptığı playlistten geliyor;
* Lennt Kravitz - I Belong to You -
* Pet Shop Boys - Love etc.
* Skunk Anansie - Hedonism
* The Smiths - There is a Light and It Never Goes Out
* Arctic Monkeys - Cornerstone
26 Kasım 2010 Cuma
Mr. Jones and me, we're gonna be big stars!
Mr. Jones wishes he was someone just a little more funky
When everybody loves you, son, that's just about as funky as you can be
25 Kasım 2010 Perşembe
Şişeler Daha Anlamlı, Altından Bakınca!
21 Kasım 2010 Pazar
Hiç hiç bir şey bilmiyorlar...
13 Kasım 2010 Cumartesi
İnsan uyumaz bazen, düşünür!
Ben Mesela..
1 Kasım 2010 Pazartesi
Elveda De.
19 Ekim 2010 Salı
Bilgi Sahibi Olmadan Fikirlerle mi Doldum?
17 Ekim 2010 Pazar
Oyuna Devam...
Ankara’nın en cana yakın mekânlarından biriydi adresimiz, Tunalıyla Kızılay arasında taşıyıcı damar görevi gören Tunus caddesindeki, IF Performance Hall. Heyecan içinde, hışımla adımlarımız sürükledi bizi IF’e doğru, bir saniyesinden bile geri kalsak üzüleceğimiz bir konser çağırıyordu bizi, yolumuza çıkan büyük puntolu Ortaçgil afişleri kalp ritimlerimizin hızını arttırıyordu yaklaştıkça konser alanına.
Vardık ve beklemeye başladık, beklediğimiz her an aklımızda çalınanları kablolarla dışarı aktarabilseydik yüzlerce şarkıyla çınlayacaktı etrafımız, Bülent Ortaçgil şarkılarıyla. O büyülü anın başlangıcını bekliyorduk, Ortaçgil’in dudaklarından dökülecek sözlerle bütünleşmiş melodilerin kanımıza enjekte edileceği birkaç saatin başlangıcını ve zaman bizim sabrımızın yanında oldukça yavaştı.
Dış mekana projeksiyon makinesinden sahnenin görüntüsünün yansıması bizim için en büyük işaretti, o an gelmişti artık, adımlarımız bizim komut vermemize gerek kalmadan içeriye götürdü bizi ve o anda, o mütevazi, gözlerinden yaşadıkları etrafına akan, sihirli, gitar tutan elleri ışıldayan adam ve ekibi sahnede yerlerini aldılar.
Oturdu Ortaçgil, tam karşımıza, elinde akustik gitarı, sanki birkaç dostu ısrar etmiş o da onları kırmamış gibi rahat, huzur verici bir şekilde yerleşti sandalyesine. Konuk müzisyen Turgut Alp Bekoğlu'nu seyirciye tanıtıp, müzisyen dostlarına anlamlı bir bakış attıktan sonra, aklımıza nişan aldı ve oku gitarının yaylarını gerdi ve tınılar dökülmeye başladı tellerden.
Hikayeler anlattı bize, hayata dair, tüm gerçekler gibi çıplak, makyajsız, acı ve tatlının birbirine karıştığı hikayeler. Müziği gösterdi bize, fikirlerin, duyguların, anıların, olayların nasıl vücut bulduğunu notalarda. Yüreğimize dokundu Ortaçgil, uzun zamandır yünlerin içinde sarmalayıp, dokunmaya kapattığımız yüreklerimize.
Bu iş çok zor dedi, insan yoncalarına, hiç soru sormadan duran insanlardan bahsetti, gürültünün bastırdığı sessiz doğrulardan. Eskiler dedi sonra, onları hatırlatmak istedi bizlere, o söyledi, dinledik biz, düşündük dinlerken, su olduk, ateş olduk bazen, konuşmadık taş olduk, ona odaklandık, yine de oynadık dinlerken, dalıp gittik onunla.
Dostunu yâd etmek istedi sonra, Fikret Kızılok’u hatırlattı. Hüzünle karışık tebessüm belirdi yüzünde ve ona bir şarkı söyledi, onunla yazdığı şarkısını seslendirdi, Fikret’i duyduk biz o söylerken, güldük kara mizahlı sözlerine “uyusun da büyüsün” deyip ninnilerden dem vururken bize.
Bir melodi çalındı kulaklarımıza, yağmur damlaları çiseliyordu sanki, davulun zillerinin tatlı çınlamaları yağmur taneleri gibi ruhumuzu okşuyordu, “dinle yağmuru dinle” dedi Ortaçgil, “huzur bul türküsünde”. Biz de dediğini yaptık, zillerin dalgalı melodilerini taşıdık kulaklarımıza, dışarıda gerçekten yağmur yağarken biz hissediyorduk dört duvarın bizden gizlediği yağmurun her damlasını.
13 Ekim 2010 Çarşamba
I'm Just Upside Down!
Yaşamaya Üşeniyorum.
12 Ekim 2010 Salı
Dön Bak Dünyaya!
9 Ekim 2010 Cumartesi
Gittiğin Yağmurla Gel..
5 Ekim 2010 Salı
Satırlar uçar gider aklımdan..
27 Eylül 2010 Pazartesi
Psikolojik Çöküş Evreleri.
23 Eylül 2010 Perşembe
Time Is Running Out!
Arkada Guano Apes - Quietly çalıyor. Bu şarkıyı dinlemeyeli çok olmuş. Garip bi his veriyor bu şarkı bana, stüdyonun ilk zamanlarına götürüyor beni. Akın'ın eski gruplarından Freefall çalardı bunun coverını. Davulda Akın, gitarda Defne, basta Pınar ve vokalde Aslı vardı. Güzel kafalardı. Stüdyonun çok daha farklı bi konsepti vardı, arkadaşlarla eğlenmek ve amatörce müzik yapıp takılmak için gidilen bir mekandı. Abimin gözünün içine bakardım beni götürmesi için o boş geçen pazar günleri. Uslucu yanlarına oturup dinlerdim onları ve sonra eğlenceli muhabbetlerine katılıp, ilerde kendi grubumla oraya, Kennedy caddesinde korkutucu merdivenlerden inip demir kapıyı aşıp gideceğim o sıcak ortamın benim de ortamım olacağı günün hayalini kurardım.
Şimdi davul&bas odası olan o yer o zamanlar ne kadar da kişisel ve bilinmedik bir yerdi öyle. Hayalimin bir kısmı gerçek oldu, benim de ortamım oldu orası, davul ve bas derslerinin olduğu, yakın zaman önce yasaklanan partilerinin etkisini 1 hafta üstümden atamadığım ve gitar dersi alan tek öğrenci olarak gittiğim, kardeşim gibi benimsediğim insanlarla takıldığım bir mekan ama hala müzik grubum yok. Rock star olacağıma dair inancımdan ise hiçbirşey kaybetmiş değilim. Er ya da geç, müzik benim için çok daha farklı boyutlara gelecek.
Çok çalışmam gerektiğinin bilincindeyim. Gitarı benimseyip, onu kendi parçam haline getirmem gerek. Zaman geçtikçe harcayacak, kaybedecek bir tane bile kum tanesi kalmayacak kadar hızlı akıyor kumsaatimdeki kumlar. Ve ben gün geçtikçe daha da emin oluyorum ki ben hayatımı müziğe adamaya hazırım.
Yolun başının da en başındayım, acemi olacak kadar bile ilerlemedim, ama zaten hayal kurmak bu işin başına ulaşmanın ilk adımı. Gitarda biraz ilerledikten sonra davula yöneleceğim. İçimde bir yerlerde ritme karşı olan aşkımın uyanması sonucu davula sürükleniyorum, hissediyorum bunu. Henüz kimseyle paylaşmadım, kardeşim dediğim Ego dışında kimseye çaktırmadım bunu ki o içine doğmuş gibi aklımı kaç gündür kurcalayan soruyu sordu "Davul çalsana abi sen!" dedi.
İç sesimi o günden beri susturabilmiş değilim. Gitarı bırakamayacak kadar bağlıyım şu anda, ama davulu da gitarı ilerlettikçe öğrenemeyeceğim anlamına gelir mi bu? Tabi ki gelmez.
Artık o ortamdayken kendimi eksik hissediyorum, müziğin deryasında yüzen insanlar var orda, müzik hayat damarlarından biri haline gelmiş insanlar, ben ise o yolun başına getirecek adımı atmaya çalışıyorum yanlarında ve beni cesaretlendirip, gerçek dünyadaki cennetin - ki belki de tek cennetin - ne olduğunu gösteriyorlar bana.
Tam olarak onlardan biri olmak için, ve tabi hayalimi daha da ilerilere taşıyıp onu hedef haline getirebilmem için, çalışmam, o adımı atabilecek cesareti ve yeteneği içimde bulup geri dönememecesine müziğin sonsuz yoluna girmem gerek. Yapacağım bunu, er olamadı ama geç de olsa güç olmayacak.
Bekle müzik dünyası, Deniz gelmek için ilk adımını atmak üzere. Dostlarının desteğiyle senin yollarında zorlu ve emin adımlarla yürüyecek.
Yazı yazma süresince dinlenen şarkılar; (shuffle'ın gücü adına!)
* Guano Apes - Quietly
* Guns N' Roses - Mr. Brownstone
* Pinhani - Yalnızlık
* Hooverphonic - Mad About You
* Red Hot Chili Peppers - Snow(Hey Oh!)
21 Eylül 2010 Salı
"Büyü" de gel çocuk..
19 Eylül 2010 Pazar
Together we stand, Divided we fall!
11 Eylül 2010 Cumartesi
Ben Zaten Sarhoşum.
Dün kanıma karışan alkol gerçek sarhoşluğun ne olduğunu bana hatırlattı. Keyifli bir sarhoşluktu. Eğleniyorduk, mutluydum, yüzeysel mutluluklarımı deşecek kadar karışmamıştı kanıma beynimi uyuşturan sevgili alkol.
Yok, psikolojik sarhoşlukta asla olmayacak bir şey oldu işte. Bastırdığım mutsuzluklarım, soru işaretlerimin hepsi gün yüzüne çıktı. İstemediğim bir mekan, istemediğim bir zaman, ve canını sıkmak istemediğim insanlara karşı.
Gülüşlerim, ağlamalara, kahkahalarım hıçkırıklara dönüştü. Aktı yaşlar, aktı, yok, durmadı. Üstünü kumlarla kapadığım ve görünmez kıldığım bütün gerçek duygular kumları savuran alkol rüzgarıyla dışa dudaklarımdan dökülüyordu. Keşke hatırlamasaydım, çünkü unutacak kadar, nelerden bahsettiğimi şu an hatırlayamayacak kadar çok içmemiştim...
Bu acıyı çekmem gerek, kendim dışında kimseye hissettirmeden. Üzülmem ama kendimi yıpratıp harcamadan yapmam gerek, ve beklemem. Zehri kusup kusmamalı mıyım adam gibi buna da karar vermem gerek. Yorgunluğumu daha çok hareket ederek geriye atmanın bi işe yaramadığını gördüm. Bir süre daha içmeyeceğim. Çünkü kendimden bile sakladıklarımdan korkuyorum. Kendi denizimde boğulmaya cesaretim, gücüm, taakatim yok.
10 Eylül 2010 Cuma
The Drugs Don't Work
En çok da kendime.
Yok inanmadım.
Kendime yalancı olmak yerine,
Yabancılaştım hislerime.
Yalan söyledim.
Sanki kalbimin dudaklarını bantla kapayıp
Onu susturabilirmişim gibi.
İnandılar içime uzak olanlar,
Peki ben, inandım mı?
Belki istedi zihmin
Ama o toprak bakışların yüzünden
Düştü dudağındaki bant kalbimin
Yalan değil,
Aşkı tanıdım beri
Ben bu hayatta
En çok seni sevdim
Labirent içinde
Kayıp ve acınası halim
Ve sen,
En çok da sana
Yalan söyledi gözlerim.
Fonda Tbe Verve - The Drugs Don't Work çalmaktayken içimden gelen nesir-şiir arası sade bir yazı işte. Paylaşıyorum yalnızlığımla. İyi sabahlar olsun.
31 Ağustos 2010 Salı
Hayat Senin Elinde, Peki Nedir Bu Acele?
Size çözüm önerim ise yine sanat. Ben ne zaman, okul -ki benim iş hayatım olur kendileri - ya da aşkla ilgili sorunların çıkmazına girmiş hissetsem sanata tutundum. Aşık oldum, arkadaşlarımla mutlu günler geçirdim, yalnız kaldım, insanlığa üzüldüm, sorguladım, kızdım, delirdim, şiir yazdım. Her ruh halime uygun şarkılar buldum, dinledim, gitar çaldım, hayatımın her anında kafamda bir müzik listesi oldu hep. Sanat bir kaçış belki de, duygularımızı yansıtmanın, ya da paylaşmanın tek yolu bile olabilir. Arkadaşlarımızla dertleşirken bile hep şarkı sözlerinden cümleler, şiirlerden alıntılar, filmlerden sahneler vermez miyiz zaten. Rutinlikten uzak bir şey sanat, ve en güzel dalı da müzik, çünkü her dal iç içe müzikte, hem sözler, hem melodi, aklında otomatikman hızla çizilen yağlı bir tablo gibi his manzaraları..
Hep derim, hayatımda beynimde çalan müzik durduğu andır kalbimin durup hayata veda ettiğim an. O kadar acele ediyoruz ki yaşamak için, peri masallarına inanmaktan o kadar çabuk vazgeçiyoruz ki müziğin yeryüzündeki büyünün varlığının kanıtı olduğunu göremiyoruz bazen bir ömür boyu.
Yapmayın, sanatı hayatınızdan çıkarmayın, yine aşık olun hem de ömrünüze sığdıracağınızı düşündüğünüzden de fazla, kariyer için kendinizi hırpalayın, ama bir müzik aleti çalın mesela, fotoğraf çekin, resim yapın, şiir, öykü yazın, sanatı hayatınızda tutun. Gerçekten genç kalacaksınız. Yok estetik ameliyat kırışık kremleri, bilmemneler hepsi yalan. Müzisyen insanlara bi bakın, sahnede eski bi grup izleyin mesela, adamların ne kadar genç gözüktüğünü, eski dediğimiz o anlardan hiç bi farkı kalmadığını düşünerek büyülenirsiniz, daha büyük bi ilaç var mı bu dünyada sizi ölümsüz ve genç hissettiren sanattan başka?
Düşünmeyin düşünmeyin bak ben size söyleyim, yok yok yok!
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Aşkın Doğumu ve Ölümü
Artık sevmiyorum dedim. Doğruydu, artık sevmiyordum, artık onu sevmeyi hiç ama hiç sevmiyordum. İtiraf etmek gerekirse - ki genelde hiç gerekmez – biraz da pişmandım onu sevdiğime, keşke diyordum her cümlemin başında, kendimden daha da nefret etmemi sağlayarak, çaresizce keşkeler havuzunda yüzmeyi öğrenmeye çalışıp bataklık gibi o havuzda hareket ettikçe batıyordum. Bir soru geliyor akla bu yazdıklarımı okuyunca, daha önceleri sevmeyi seviyordum da ne değişti artık sevmemeye başladım?
Tam olarak bu soruyu cevaplayabilirim. Ben ona olan aşkımın karşılığında hiçbir şey beklemedim desem çok büyük bir yalan olurdu bu, bekledim elbet, ama bana veremeyeceği hiçbir şey beklemedim. Sadece bana değer vermesi, benim ona verdiğim kadar değil elbette, sadece onun hayatında küçük ama önemli bir parçanın sahibi olmak, onun engin hayatında küçük bir toprağın bana ait olduğunu bilmek. Bu kadar basit, zor olmaktan çok uzak, arkadaşça ufak bir sevgi, doldurabileceğimden de küçük bir parça, yanında olmamın hoşuna gittiğini bilmek belki de. Bana kâğıtlara, sayfalara dökemeyeceğim kadar çok şey ifade eden birinin hayatında ufacık bir anlama sahip olduğumu bilmek, arada bir aranmak, istenmek. Gerçekten bu kadardı tüm istediğim.
Saf ve temizdir aşk, kırmızının en katıksız, kirlenmemiş tonudur. Kıpkızıl bir alev olarak kalbime yerleşmişti aşkı, uzakta saklı bir şekilde yetiştirdim ben onu. Onun varlığından güç alan ve ondan habersiz büyüyen bir canlıydı içimde sevgisi. O bilmedikçe var olacak her canlı gibi doğup büyüyüp ölecekti yine kalbimde. Böyle olsaydı hala severdim, kendi ellerimle yarattığım o canlıyı, Aşk’ı, ama olmadı. Aşk, yapabileceği en büyük hatayı yaptı ve benim kalbimden göründü ona. O kadar büyüleyici o kadar yüce bir canlı yaratmıştım ki, korkuttu O’nu Aşk’ım, kalbimin geçici misafiri ve benim için yepyeni bir kâbus başlattı. Eğer ki onun da kalbinde kalbimin konuğu Aşk’ın yalnızlığını dindirecek bir parça olsaydı, benim misafirim kadar kızıl ve temiz, o zaman benim gördüklerimi görecekti o güzel varlıkta. Aksi oldu. Korku, kaçma içgüdüsünü uyandırdı ve adımları hızlanarak uzaklaştı benden, gönlümü adamaya hazır olduğum sadece bir parça toprak için dilendiğim o kişi.
Onu benden uzaklaştırdığı için, içimdeki Aşk’a artık nasıl herhangi bir sevgi besleyebilirdim ki? Ben onu beslerken, büyütürken, o benden onu besleme nedenimi almıştı, üstelik sadece onun farkındalığını uyandırarak. Eğer hep bir haber kalsaydı Aşk’ımın kaynağı olan o kişi, istediğim o parçayı benimle paylaşacak ve ben onun için dokunmaktan çekindiği, yanındayken üşüdüğü bir buz kalıbını sembolize etmeyecektim. Yine boğazıma ekşi keşkeler dolup beni boğma çabalarına başlamışlardı. Kızgınlık, pişmanlık, hüzün, hayal kırıklığı, korku, Aşk’ın benim için yeni anlamlarıydı bunlar.
Peki, nasıl bu hale gelmişti her şey? Nasıl görünmüştü ki Aşk ona? Üstelik tüm aksi yöndeki çabalarıma rağmen. Bilmiyordum, ama tek bildiğim, içimde yetişirken gittikçe büyüyüp dışa taşmaya çok meraklı olmaya başlamasıydı. Engel olmak gittikçe zorlaşıyordu, onun varlığıyla aynı çevre içinde olduğum anlarda, kalbimin sevgili konuğu bana “normal” de yapmayacağım hareketler yaptırıp, davranışlarımı değiştirmeme neden oluyordu. Daha kötüsü de vardı üstelik; gözlerim. Kalbimde yarattığı kızıl ışınlar gözüme yansıyor ve onu kendi tanrısı kabul eden Aşk’ın duyduğu hayranlık gözlerimden fışkırıyor ve onun bakışlarıyla buluştuğunda ortaya çıkacağı korkusu beni daha da çok geriyordu.
Başka bir tehlike daha mevcuttu, Aşk’ın içimden taşmasını gözlemleyebilecek tek kişi o değildi, çevremdeki diğer insanlar bunun farkına varmaya başlamışlardı bile. Ve yine Aşk, engel oluyordu yalandan cümlelerimin ağzımdan çıkmasına ve gerçek dillendirildikçe kelimelerle etrafa, yeni patlamış bir volkan gibi yayılıyordu. En acısı ise, lavların sadece beni yakmasıydı. Onun soğukluğu karşısında üşüsem mi, utancın lavlarıyla kavrulsam mı kestiremiyordum.
Her ne şekilde olduğunun önemsiz olduğu bir gerçek vardı. Nasıl olursa olsun, kendisi yüzünden hayat bulan ama asla kabullenmek istemeyeceği bir canlının varlığının farkına varmıştı O. Belki beni belki kendini korumak adına, korkunun da verdiği içgüdüsel duruşla, benden ve o gördüğü yücelikten uzak durmaya karar vermişti. Acı gerçek kulaklarıma sertçe bağırıyordu ki elimden hiçbir şey gelmeyecekti. Üstelik yapmam gereken daha zor bir şey vardı; Kalbimdeki davetsiz misafiri öldürmek. Çok direneceğini ve tırnaklarını defalarca kalbime batırarak derin yaralar açacağını biliyordum, ama yapmam gerektiğinin bilincinde olacak kadar da ayıktım. Önce dört duvar ördüm etrafına ve yok saydım Aşk’ı. Çığlıklarını, duvarlara çarpan inletici yumruklarını geceler boyu dinledim. Onu kendi isteyinceye kadar yok edemeyeceğimi tekrar etse de, pes etmemem, aldanmamam gerektiğini biliyordum. Duvarların üzerinden küstahça O’nunla birlikte olan anılarımı resimleyip beynime göndermesine aldırış etmemeye çalışıyordum. Pes ettiğim anlarda, umudumun nasıl da vahşice öldürüldüğünü hatırlatıyordum kendime ve direncimi yeniden keşfediyordum. Zamanla, beslenemedikçe zayıflıyordu, çığlıkları fısıltılara dönüşüyordu, Aşk’ım kalbimden parçalar kemirip izini bırakmaya çalışarak yavaş yavaş ölüyordu. Kötü hissediyordum elbet, bu kadar safça bir varlığın bu hale gelmesi çileden çıkarıcıydı, ama benim elimde değildi böyle olması, üstelik buna sebep olan o sevilesi adamın suçu da değildi bu.
Ben de kan kaybediyordum, ruhum hasar görüyordu, mantığımla duygusallığım iç savaştaydılar, Aşk, duygusallığımın esir düşmüş komutanı, beynimi yıpratmak için elinden geleni yapıyordu. Mantığım duygularımı bastırmayı ve galip gelmeyi başarmıştı. Ama her savaş gibi bu savaşta da kazanan kaybeden kadar bitap düşmüştü. Üstelik mantığım ayıldıkça toprak gözlü adam’ın dostluğunu özler olmuştum.
Zaman, bu yıkımın toparlanıp yaraların iyileşmesine tek ilaç, elbet zamandı. İçimin yangından kül olmuş kent ve kasabalarını zaman onaracaktı ve bir süre yaralar kaşınmamalıydı. Bu yüzden toprak gözlü adamdan kaçma sırası bendeydi belki de. Yine işimiz zamana kalmıştı. Artık doğru gün geldiğinde zaman, akrep ve yelkovanla olmasa da bir şekilde haber gönderecekti.
Yaralarımı iyileştirdiğinde, kasaba ve kentlerim yenilendiğinde işaret verecekti zaman bize ve o zaman ne korku ne başka bir duygu kaçmamızın bahanesi olamayacaktı ve Aşk’ın adını bile anmayacak kadar nankörleşip, birbirimize dost canlısı bakışlarımızla gülümseyerek arkadaşlığımıza tutunacaktık.
Aşk’ın bana dayattığı bir nedenle değil, arkadaşlığın verdiği hisle isteyecektim onun hayatında bir parça olmayı, ihtiyacı olduğunda ağlayacağı bir omuz, gülerken bakmaya ihtiyaç duyduğu gözler, sevincini ve neşesini dışarı akıtmak istediğinde bir bardak gibi bitecektim yanında. Ve zamana teşekkür edecektim. Doğru anı bana getirdiği için.
Bu kadar kirlenmişlikten uzak, saflıkla ışıldayan bir duygunun kalbin içinde doğumuyla, büyürken yalnız kaldığını hissetmesinin ardından, acı, pişmanlık ve hüzünle harmanlanarak ölmesi fazlasıyla ironiktir. Daha da garibi ölümünün ardından yaşanmışlıkların hızla coşkusunun sönmesi ve sönmüş volkanları andırmasıdır. Patlama anında ölümcül izlenimi yaratan işkenceler çektirmesine rağmen soğuduğu an zararsız bir anı halini alır Aşk. Bu yüzden de zıt duyguların oluşturduğu bir tezdir. Yaşarken bu zıtlıkların dengesi insana dengesizliği çağrıştırsa bile bütün verdiği acılara rağmen saflığını yitirmez.
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Ben Ki Sevmekten Hiç Usanmam =)
"Değer vermek" - ne kadar çok kullanırız şu 2 kelimeyi. Her insan hayatındaki bireylere belirli bi değer biçer zaten, önemli olan miktarıdır o değerin. "Sana değer veriyorum", evet ben de sana belirli bi değer veriyorum zaten, muhattap aldığın herkesin bi değer katsayısı vardır. Diyelim ki çok önemli senin için biri, dost olarak, arkadaş olarak, ya da her ne şekildeyse. Ben genelde karşımdakine önemli olduğunu sözlerimle değil bakışlarımla, onu dinleyiş tarzımla, anlattıklarına verdiğim cevaplar ve onun için yaptıklarımla hissettiririm. Fakat, şunu farkettim ki, insanlar, sevildiklerini önemsendiklerini böyle şeylerle anlamaktansa, duymak istiyorlar. Ben sevgi cümleleri kuran bi insan değilim karşımdakilere. Çok nadir içimden gelir böyle şeyler. Kendimi düşündüm, evet ben de bana ne kadar değer verildiğini duymak isterim, hissedebilmek isterim bi şekilde, özlenerek, bi ortamda istenerek, ilgilenilerek. Ben yapıyor muyum? Hayır.
Sorun da burda. Birey ne kadar saygı duyulduğunu, önenmsendiğini hissederse, karşısındakine de o kadar gösteriyor. Peki ilk gösteren kim olacak? Artık ben olmaya karar verdim. İnsanlara benim için ne kadar önemli olduklarını hissettiricem. Yapıcam bunu. Ne kadar değerli olduklarını her fırsatta hatırlatıcam onlara. Çünkü ben insanları koşulsuz sevmeyi, onlara güvenmeyi seviyorum ve bu sevgiyi onlarla paylaşmaktan geri durmama gerek yok! Seviyorum sizi dostlar! Özelsiniz =)
28 Haziran 2010 Pazartesi
Basit ve Farklı
Basit anlaşılır.
Basit çaba gerektirmez
İnsan hep basit’i seçer
Basit kazanır.
Farklı değişkendir,
Farklı karmaşık
Farklı zor olandır
İnsan farklı'yı iter
Farklı harcanır.
20 Haziran 2010 Pazar
Bu gece yağmur var Ankara'da..
Hele yağmur yağarken müzik dinlemenin ayrı bi güzelliği vardır. Doğanın sana sunduğu fon müziğidir yağmur damlalarının tatlı sesleri, her şarkıya ayrı bi anlam ayrı bi derinlik katar.
Güzeldir yağmur, gökyüzünün masum gözyaşlarıdır ve hıçkırıkları gökgürültüleriyle bütünleşir kulakların, şimşeklerle çarpılır yüreğin. Hele bir de düşüneceğin biri varsa uzaklarda, ya da yakınlarda ama yüreğinden uzak duran. O zaman bir başka buruk tadı vardır yağmurun. Hüznü güzelleştirir, tat verir kırık kalp parçalarına.
Laptop kucağında hafif uzanır bi pozisyonda, müzikle bütünleştirerek dinleyeceksin yağmuru. O vakit duyarsın sana anlattıklarını gökyüzünün. Eğer biraz cesaretin varsa damlalarla ıslanmaya, çıkarsın terasa, saçlarını okşar yağmur, destek olur sana, irkileceğin gerçekleri akıtır omuzlarından aşağı kalbine doğru süzülen damlalarıyla.
Ve işte bi yağmur playlisti;
* Şebnem Ferah - Yağmurlar (ilk akla gelendir hep)
* Bülent Ortaçgil - Yağmur
* Teoman - Yağmur
* Cem Adrian - Yağmur
* Ayna - Gittiğin Yağmurla Gel
* Mfö - Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da
* Gripin - Durma Yağmur (yenilerden)
* Emre Aydın - Bu Yağmurlar
* Ceynur - Yağmur
* Serdar Ortaç - Yaz Yağmuru (nadir güzel şarkılarından)
* Guns N' Roses - November Rain (yabancılardan favorim olanı koydum çok var yoksa)
17 Haziran 2010 Perşembe
İşte öyle bir şey.
Ben de büyük bi zarardan döndüm, etkileri silindi mi, hayır, ama daha da kötüye gitmeyecek, ölümcüllüğünü yitirecek, başka bir deyişle toparlayacağım. İşte o yüzden diyoruz, zararın neresinden dönsen kardır diye. Matematiksel olarak da öyle. Zarardan zarara fark vardır, büyük zarar etmektense küçük olan tercih edilmelidir. Büyük zarar - Küçük zarar = Aradaki kazanç yani "Kar". Budur olay.
15 Haziran 2010 Salı
Ah sen!
göndermelerimin adresi,
sevdiğimin bilincinde ya da bi haber olan toprak gözlü adam,
değiştirir mi iki ihtimal de
gebe kaldığım sevginin büyüklüğünü,
beni dipsiz kuyularında boğan?
Sen,
fakir ruhumu besleyen bir parça ekmek gibi bakışları olan
güzel adam, ezip geçiyorsun benliğimi,
benden ayrı bile tutsan kalbini,
sence bir yürek çıkabilir mi
bu sevdaya engel duran?
Sen,
içi ve dışının birleşimi
farkında olmadan bana mucize yaratan orjinal adam,
üzebilir mi beni,
senin mucizende var olamamam?
Sen,
beni sevebilme ihtimalini değil,
katıksız, dalgalı ruhunu sevdiğim adam,
varlığını hissettiğimde daha bir istekle çarpan kalbimi
var mıdır senden başka
tek bir temasıyla durduran?
Ah! Sen,
benim olması imkansız olan,
özgür, sevilesi, ayaklarıma zincirlenmiş atları koşturan adam,
kalbimden silsem seni,
kim kurtarabilir beni
içimde beliren o derin, zifiri boşluktan?
Unutma beni, unutama beni.
İnatla yanlış kullanıyoruz bu kelimeyi. Böyle yerleşmiş dilimize. Düşünüyorum da ne acı bir şeydir unutulduğunu duymak. "Seni unuttum" ne ağır bi cümledir öyle. En çok unutulmak koyar insana, bundandır ölümün bir son olmadığına kendimizi inandırışımız. Başka bir insanın içinde ölmek de aynı derece rahatsız edici değil mi? Oysa ki birini sevdin mi unutmazsın onu, hiçbir zaman. sevgin tükenir belki ama kalır ismi aklında, hiç olmadı varlığı mutlaka anılarına işlenir bir gün hatırlarsın. İnsan unuttuğu şeyi hatırlar, anar mı hiç? Hatırlamaz tabi, ama eski sevdiklerimizi, dostlarımızı hatırlarız biz. Dedim ya, unutmak diye bir şey yok.
13 Haziran 2010 Pazar
Uykusuz Her Gece.
Biraz gitar çaldım, biraz müzik açtım, yazılar yazdım bilinmezlere, internette dolandım, her köşede aradım bulamadım uykumu. Yalnız değilim, çoğumuz uykusuzuz her gece. Bu sene bozuldu benim uyku düzenim. Ne de çok severdim uyumayı, hala da seviyorum, bütün bi gün uyusam suçluluk duymam günü harcadım diye.
Şimdi gelmicek bi türlü ama yarın da intikamını alıcak benden, uyku akan gözlerimle dolaşıcam zombi gibi. Okuldaki çimlere yatıp uyuyasım var. Güneş gözlerimi hafif gıdıklarken, güneş gözlüğüm olmasına rağmen, mayışık bi biçimde yarı uyur yarı hayal kurar halde yeşilliklerde kaybolasım. Seviyorum o kafaları. Şehirde otursam seğmenlere giderdim. Haftaiçi şehre inmem mümkün olmuyo.
Uyusam artık, zorla getirsem mesela uykumu? Annesinin 10. seslenişinde pes eden bi çocuk misali geliverse.. Evet denemeye değer. O zaman fizyden bi playlist yapıp yatıyormuşuz. İyi geceler.
Sen de yap, güzel oluyor!
Yatmadan önce -ki muhtemelen artık yatma moduna giriyoruz- beyninizi dinlendirmek için bir aktivite yapıcaz. Başucu ışığınızı yakarak, ya da koridorun ışığını açık bırakarak yarı karanlık bi ortam yaratın, yatağınıza uzanın, sevdiğiniz şarkılardan bir playlist hazırlayın ve kısık sese ayarlayarak (komşuları düşündüm ben yoksa açadabilirsiniz istediğiniz kadar) play tuşuna basın. Hayal kurun gözlerinizi kapayıp, ne ile ilgili olursa olsun, sanki gerçekmişcesine en ince detayına kadar kurgulayın beyninizde, imkansız şeylerden seçin özellikle, bir süreliğine gerçek kabul edin onları. Bunu yapmayı çok severim ben, rüyalarımın başlangıcına böyle karar verebildiğim oldu kaç kere, sora daha farklı şekilde gelişseler bile bilinçaltına etkiyebildiğini görmek enteresan.
Onu geçtim, bir süreliğine olmayan bişeyi olmuş gibi hissetmek güzel bi duygu değil mi? Çok süper bence. Kendinizi çok kaptırmayın tabi. Ben bunu o yüzden daha çok gerçek olmayacağını bildiğim şeyler için yaparım. Ya da hayal kurma kısmını atın, yatmadan önce hafif bi müzik dinleyerek uyuyakalmak gibisi var mıdır? Bunu yapamayınca eksik hissediyorum ben.
6 Haziran 2010 Pazar
İyi Gün Dostlarım.
İnsanlara bencil ya da umursamaz oldukları için kızamazsın, iyi anında yanında oldukları, kafalarınızın çalışma şeklinin benzeştiği an onları dostun diye adlandırabilirsin, ve olup olmadıklarını ancak kötü bir ruh haline girdiğinde hala kaç kişinin yanında olduğundan anlayabilirsin.
Birinin kötü olduğunu anlamak için ona sorman gerekmez, her zaman gördüğün davranışlarını gözlemlediğin o insan "normal" diye tanımladığından farklı davranıyorsa eğer, evet hayatında ona farklı bir duygu yaşatan bir şey vardır ve bu seni rahatsız ediyorsa yanında olursun. Sırf vicdanını rahatlatmak için "noldu?" diye sorup "yok bişey" cevabı alıp yanından gitmezsin. Tabi işin bir yönü daha var, çoğu insan kötü bi ruh halinde olduğunda, bunu kabullenmek istemez.
Artık kimseden yanımda olmasını beklemiyorum, ki zaten yanımda olmamaları için onları iten benim. Buna direnenler ve beni yine de yalnız bırakmamayı göze alanlar ise benim için özel olanlar. Herşeyin düzeleceğine inanmak zor geliyor, ama inanmaktan başka çarem de yok.
Yine bir şarkıyla kapıyorum bu yazıyı.
Şebnem Ferah - İyi Gün Dostlarım -
Hangi gün hangi an üzülsem ağlasam
Halime güldünüz
Ne yapsam ne etsem olmadı anlayan
Aşkı çok gördünüz
Çekilin yanımdan gelmeyin üstüme
İyi gün dostlarım tutmayın elimden
Hangi gün hangi an bir omuz arasam
Uzakta oldunuz
Ne yapsam ne etsem olmadı anlayan
Dostluğu çok gördünüz
2 Haziran 2010 Çarşamba
Renkli hayat, bana hayalimi sat.
Dinlediğim ilk zamanlar bile etkilenmiştim sözlerinden ki 2002 yılıydı, yani 11 yaşında, kişiliğimin bile tam oturmadığını düşünürsek ileri seviye bi müzik zevkine sahip olmamın söz içeriğini tam olarak anlayabilmemin söz konusu bile olmadığı zamanlar. Farklıydılar, piyasadaki müzikten çok farklı olduğunu ta o zamanda anlayabilmiştim. Şimdi yeniden dinlediğimde ise çok daha inanılmaz geliyor gerçekten. Her enstrümana ayrı ayrı odaklandığında dalıp gidiyorsun, sözlere kaptırınca çok daha derinlere dalıyorsun. Gitar soloları, davullar, basın vuruşları, müzik altyapısı gerçekten "başarılı" sıfatını hakediyor. Sözlerde çok ince detaylı göndermeler, karşı bi duruş var. İlk albüm, yeni albüme duyduğum heyecanı yanıcı bir şekilde körüklüyor. Bilmemek, keşfetmemek çok büyük bir kayıp müzikle ilgilenen bir insan için. Keşfedin, dinleyin, dinletin! Şarkı adlarını da yazmalıyım ki tam olsun.
1. Makine
2. Sükut-u Hayal
3. D.K.A
4. Tek Gece
5. Fırtınalı Şarkı
6. Bekle
7. Gel Gör Beni
8. Kanka Bu Nası Bi Trip
9. Tüm Kanallar Dolu
10. Güzel Şarkı
11. Her Cennet
1 Haziran 2010 Salı
Ankara, bahtı kara.
Bir cumartesi dışarı çıkınca belki bikaç mekan birden yapıp eğlencenin dibine vuramazsınız ama, eğlendiğiniz gerçek dostlarınızla samimi bir barda oturup muhabbet edip sarhoş olabilirsiniz. Soğuktur geceleri, nemli de değildir, ama mesela tunalıda bir gezin dostlarınızla, bi Sakal'a uğrayın, ya da Kıtır'da bira kokoreç yiyin, Kıtır doluysa Random'a gidin, hiç olmadı bestekar ve tunus'u turlayın. IF'e Dib Sahne'ye de bakın mutlaka, kafanıza uygun bi yer mutlaka olur. Geceyi Devrez, Çorbacım ya da Rumeli'de ağız tadıyla bir çorba içip yorgunluk muhabbetleri yaparak geçirin.
Deniz yok evet, çok etkinlik de olmuyo herkesin aşkı İstanbul'da olduğu kadar, süslü püslü de değildir Ankara, alışveriş merkezlerinde orda burda sosyeteler de gezinmez. Samimidir, ve görmesini bilene denizden fazlası vardır, Marmara'dan derindir. Kaybolmazsın içinde, her tipten insanın takılmayı tercih edeceği belirli yerler vardır. İstanbul bol makyajlı alımlı bir kadınsa, Ankara doğal güzeldir. İlk bakışta İstanbul'a kayar akıllar, ama Ankara'nın duru güzelliği İstanbul'un boğuculuğunda kendini aratır. Severiz biz Ankara'yı gerçek "Angaralılar" olarak.
İstanbul'a da kaçarız arada mavilikler görmek için, ama geri döneriz memleketimize sonunda, ve içeriz kahvemizi beton manzaramıza bakarak, ve mutluyuzdur, hem de huzurlu.
Hem müzik de yapılır burda, imkan yoktur, piyasa yoktur, İstanbul süslü şımarık zengin kızıdır, Ankara memur ailede yetişmiş tutumlu kızdır sonuçta, ama yaratıcılık vardır Ankara'nın kanında, İstanbul'un hareketliliği olmadığından, düşünmeye, üretmeye daha çok zamanı vardır "Angaralı"nın bu yüzdendir piyasadaki iyi grupların çoğu da burdan çıkar işte.
Severiz Ankara'yı, kim ne derse desin, laf eden biz olsak bile, duru güzelliğine kapılırız kolay kolay bırakamayız onu. Taşına bakar gözlerimizin yaşıyla bütünleştiririz, ve deriz Ankara'nın kendisi bir deryadır, varsın denizi, boğazı, köprüsü olmasın.