19 Ekim 2010 Salı

Bilgi Sahibi Olmadan Fikirlerle mi Doldum?

Düşünceler hakkında düşünüyorum. Hayatımızın büyük ölçüsü bizimle olan ve belki omuzlarımızın dikleşmesini ve çökmesi sağlayan düşünceler. Başımıza gelenler, yaşadıklarımız, duygularımız, onları anlamlandıran ise beynimizin oluşturduğu düşüncelerimiz.

O kadar güçlü ki bu düşünce dediklerimiz, ağlamamızın, gülmemizin, sıkılmamızın, eğlenmemizin sebebi onlar. Peki aşk? Aşık olmamızı sağlayan da fikirlerimiz mi sadece? Bir insana karşı olan hislerimizi yönlendiren. Başka bir şeylerin daha olması gerek, hormonlar diyeceksiniz, hayır o kadar olmamalı. Bunun cevabını bulamıyorum. Zamanla bakış açımız değiştikçe, - ki bu yine yaşadıklarımızın bize kattığı farklı düşünceler ve onların sonucundaki kararlarımız sayesinde olur - aşık olduğumuz insanlar da değişir. Demek ki aşka etkiyen zaman içinde oluşturduğumuz düşünceler, yani sevdiğimiz insan türünü biz seçiyoruz, ve ona yakın bir insanı kalbimize sokmaya uygun gördüğümüzde ona çekiliyoruz.

Peki neden her zaman beynimin yöneticisinin kendim olmadığını hissediyorum? Özellikle duygularım devreye girdiğinde, duyguları yöneten de aklımız, oluşturan da düşüncelerimizse neden onlara "hakim" olamıyoruz. Üzüldüğümüzde düşündüklerimiz neden çözüm bulmamızı sağlayamıyor? Hani nedensiz kötü hissediyoruz, nedensiz mutlu oluyoruz. "Nedensiz" dediğimiz şey, "düşünmeden", düşüncelerimizin etkisi olmadan. O zaman o diğer şey ne bizi yönlendiren, bilinçaltına atıp kendimize söylemekten kaçındığımız "gizli" düşünceler mi? Bilemiyorum.

Bu soruların cevabını veremiyorum, ama yine düşünüyorum, düşünmek hakkında düşünüyorum ve birçok soru var ki cevaplayamıyorum.

17 Ekim 2010 Pazar

Oyuna Devam...

Ankara’nın en cana yakın mekânlarından biriydi adresimiz, Tunalıyla Kızılay arasında taşıyıcı damar görevi gören Tunus caddesindeki, IF Performance Hall. Heyecan içinde, hışımla adımlarımız sürükledi bizi IF’e doğru, bir saniyesinden bile geri kalsak üzüleceğimiz bir konser çağırıyordu bizi, yolumuza çıkan büyük puntolu Ortaçgil afişleri kalp ritimlerimizin hızını arttırıyordu yaklaştıkça konser alanına.

Vardık ve beklemeye başladık, beklediğimiz her an aklımızda çalınanları kablolarla dışarı aktarabilseydik yüzlerce şarkıyla çınlayacaktı etrafımız, Bülent Ortaçgil şarkılarıyla. O büyülü anın başlangıcını bekliyorduk, Ortaçgil’in dudaklarından dökülecek sözlerle bütünleşmiş melodilerin kanımıza enjekte edileceği birkaç saatin başlangıcını ve zaman bizim sabrımızın yanında oldukça yavaştı.

Dış mekana projeksiyon makinesinden sahnenin görüntüsünün yansıması bizim için en büyük işaretti, o an gelmişti artık, adımlarımız bizim komut vermemize gerek kalmadan içeriye götürdü bizi ve o anda, o mütevazi, gözlerinden yaşadıkları etrafına akan, sihirli, gitar tutan elleri ışıldayan adam ve ekibi sahnede yerlerini aldılar.

Oturdu Ortaçgil, tam karşımıza, elinde akustik gitarı, sanki birkaç dostu ısrar etmiş o da onları kırmamış gibi rahat, huzur verici bir şekilde yerleşti sandalyesine. Konuk müzisyen Turgut Alp Bekoğlu'nu seyirciye tanıtıp, müzisyen dostlarına anlamlı bir bakış attıktan sonra, aklımıza nişan aldı ve oku gitarının yaylarını gerdi ve tınılar dökülmeye başladı tellerden.

Hikayeler anlattı bize, hayata dair, tüm gerçekler gibi çıplak, makyajsız, acı ve tatlının birbirine karıştığı hikayeler. Müziği gösterdi bize, fikirlerin, duyguların, anıların, olayların nasıl vücut bulduğunu notalarda. Yüreğimize dokundu Ortaçgil, uzun zamandır yünlerin içinde sarmalayıp, dokunmaya kapattığımız yüreklerimize.

Durmayan sulardan bahsetti, insanların görünmez barajlarından. Dikti hayatın anlamını gizlediği gözlerini kalabalığa, kimine petunya dedi kimine sardunya, manolyalar gördü, sarmaşıklara karıştı, gülleri kokladı, sümbüllere baktı, gözleri dolmuş nilüferleri andı, hangi çiçek türü olsa fark etmezdi, o biliyordu, su istiyorduk, o da bahçesindeki seyircilerini sevgisiyle, müziğiyle, sözleriyle suluyordu.

Bu iş çok zor dedi, insan yoncalarına, hiç soru sormadan duran insanlardan bahsetti, gürültünün bastırdığı sessiz doğrulardan. Eskiler dedi sonra, onları hatırlatmak istedi bizlere, o söyledi, dinledik biz, düşündük dinlerken, su olduk, ateş olduk bazen, konuşmadık taş olduk, ona odaklandık, yine de oynadık dinlerken, dalıp gittik onunla.

Dostunu yâd etmek istedi sonra, Fikret Kızılok’u hatırlattı. Hüzünle karışık tebessüm belirdi yüzünde ve ona bir şarkı söyledi, onunla yazdığı şarkısını seslendirdi, Fikret’i duyduk biz o söylerken, güldük kara mizahlı sözlerine “uyusun da büyüsün” deyip ninnilerden dem vururken bize.

Ara verelim dedi, hiçbirimizin ara veresi yoktu oysaki bize yüklediği duygu ve düşüncelerin elektriği o kadar fazlaydı ki, kimse etrafındakilerle sohbet edip içindeki fikir fırtınasını dağıtmak istemiyordu. İkinci yarının başlaması saatleri aratmayacak uzunlukta gelen dakikalardan sonraydı.

Bir melodi çalındı kulaklarımıza, yağmur damlaları çiseliyordu sanki, davulun zillerinin tatlı çınlamaları yağmur taneleri gibi ruhumuzu okşuyordu, “dinle yağmuru dinle” dedi Ortaçgil, “huzur bul türküsünde”. Biz de dediğini yaptık, zillerin dalgalı melodilerini taşıdık kulaklarımıza, dışarıda gerçekten yağmur yağarken biz hissediyorduk dört duvarın bizden gizlediği yağmurun her damlasını.

“Herkes kendinden biraz kaçar”, o gece Ortaçgil’in yaptığı biraz da kaçtıklarımızla yüzleştirmekti bizi, ne hayattan ne duygularımızdan kaçabildik o gece. Kulağımıza çalınan dans eden notalarda ve anlattığı hayat hikâyelerinde, kendimizi bulduk, aynaya bakar gibi izledik Ortaçgil’i. Aşk’ı, yalnızlığı, mücadeleyi, görmezden gelmeyi, yitirilmeyi, kalıplara sokulmayı, kaybetmeyi, kazanmayı düşündük. Müziğin insanın özünde ne kadar da var olduğunu gördük.

Herkesin ona karşı hissettiği şey aynıydı, havaya yayılan, Ortaçgil’in çevresinden bize yansıyan o duygu, saygıydı, hayranlıktı. Samimiyeti ve mütevazılığiyle kazandığı ve sonuna kadar hak ettiği saygı. Anlattıklarının netliğiyle yüzümüzde gülümsememizi eksiltmeden dinlediğimiz şarkıları yapan insan olmasının verdiği hayranlık.

Bize çok önemli bir şeyi hatırlatmıştı Ortaçgil, müziğin kitlelerin damarlarına gerçekleri nasıl akıtabileceğini. Yıllardır bunu çok iyi başardığı ise şüphe götürmezdi. Kek kalıbına sokulmaya başlayan müziklerin yanında onunki dizginlenemez özgür ruhlu bir at gibiydi, yıllardan beri hasar görmemiş, dimdik ayakta duran bir at.

Böyle bir konserdi işte, bize bir ayna kadar yakın ve samimi dev, saygı duyulası ustayla söyleşi gibi geçen bir müzik ziyafeti. Konser çıkışı “Nasıl geçti?” sorularına ise çarpık bir gülümsemeyle “Valla, gayet normal” dedik. Oyuna devam, Ortaçgil Ankara’ya daha sık geldikçe, kelimelerle oyunla akıllara nefes almayı öğretmeye devam. Biz hiç etkilenmedik, büyülenmedik desem yalan! Oyuna Devam…

13 Ekim 2010 Çarşamba

I'm Just Upside Down!

Derken hatırladım. Bugün en sevdiğim müzik kanalını seçtim ben, MTV Türkiye demeyeceğim, kesinlikle doğru cevap DreamTV. Yeni dinlemeye başladığım grupların hepsini orda keşfediyorum.

Sabah otomatikten açmışım yine DreamTV'yi, kahvaltımı ederken bir yandan da şarkıları dinleyerek kafamda kurcalanacak yer arıyorum, ruh halim de pek iyi durumda olmadığından düşüncelerimin rüzgarında kaybolmam an meselesi bir haldeyim. O an bir şarkı çalındı kulağıma, dinleme isteği uyandı içimde, ve klibi izleyerek dinlemeye başladım. Türkiye'ye laf etmeyi sevmiyorum da keşke bizde de böyle başarılı klipler olsa dedim içimden.

Şarkıyı hemen telefonumun "notlar" kısmına yazdım unutmamak adına. Brandon Boyd - Runaway Train. Bir anda daldım gittim, aklıma binlerce düşünce saldırmaya başladı başladı sanki, ama aynı anda şarkıdan ve klipteki görüntülerden başka da bir şey düşünmüyordum. Işıkları, görüntü kalitesi, o kadar hoşuma gitti ki, şarkı zaten önceden de kulağımın aşina olduğu bir şarkıydı. Evden çıkmadan önce dinledim ve çok keyiflenerek çıktım evden. Bunu bana yapabilen tek şey müzik. Şiir aşığı bi insanım, kitap okumayı da çok severim, ama bu müziğin uyuşturucu etkisini hiçbiri yapamıyor bana, ondan bahsedince bile, aşkından bahseden kızlar gibi heyecanlı ve mutlu hissediyorum kendimi.

Bir klip daha önereceğim size, aynı zamanda şarkı da çok güzel, hatta bu klip ilkinden bile hoşunuza gidecek diye düşünüyorum. The Avett Brothers - Head Full of Doubt Road Full of Promises. Kliplerden bahsetmeyeceğim ki siz kendiniz merak edip izleyin. İki şarkı da gerçekten çok güzel, kliple dinlenip aklınızda öyle kalan şarkılar vardır, bir de kliple ayrı tek başına kulağa ayrı gelen ikisinde de aklınızda farklı imgeler canlandıran şarkılar, bu saydıklarım 2. kategoride.

Linklerini vereceğim burda ama son bir tavsiyem var, Paloma Faith dinleyin, kadını da çok beğeniyorum ki herkesin beğeneceği bir görünüşü yok aslında, ve şarkıları gerçekten şeker tadında ve çok eğlenceli.

Evet işte günün Playlisti; -kliplerini siz bulunuz ben şarkıların linklerini veriyorum. -

* The Avett Brothers - Head Full of Doubt Road Full of Promises

* Brandon Boyd - Runaway Train

* Paloma Faith - Upside Down

* Paloma Faith - Smoke & Mirrors

Yaşamaya Üşeniyorum.

Günümüzün en büyük sorunlarından biri olan üşengeçlikle mücadele ediyorum. Hareket etmek pek yorucu gelmeye başladı. Neden bu kadar halsiz hissettiğimi anlamış değilim, mesela şimdi yukarı çıkıp koşu bandını çalıştırıp koşmaya nasıl üşendiğimi anlatamam.

Teknoloji yüzünden deyip kestirip atmak da pek kolay, herşey elimizin altında, sürekli internette geziyoruz, ihtiyacımız olan herşeye bir telefon uzaktayız insanlar hareket etmeye etmeye, herşeyi yapmaya üşenir oluyorlar.

Tamam bunların hepsi doğru da, benim cidden kanımda bu aralar bir yavaşlık var, psikolojimin pek yerinde olmamasına bağlıyıp kurtulsam mı ki? Öyle yapacağım galiba, durağan hayatım ve depresyona kayan psikolojim vücudumdaki kan akışını yavaşlatıyor ve ben de hareket etmeye üşenen, oturduğu yerden kırk saat boyunca kalkamayan biri oluyorum. Ben başka bir şey yazacaktım oysa ama heralde onu da hatırlamaya üşendim.

12 Ekim 2010 Salı

Dön Bak Dünyaya!

Parmaklarım klavyede bir süre duraksadım. Aslında yazasım da yokmuş şu an fark ediyorum bunu. Bugün evde bütün gün öylece durup uzun uzun düşündüm.

Hayatımı sorguladım, uzun zamandır üzerinde düşünmekten korktuğum hayatımı. Gelecekte olmak istediğim yeri, hayallerimi gerçekleştirmek için yeterince çabalayamama sebebimi, geçirdiğim zamanları nasıl da boşa harcadığımı, insanların hayatındaki yerimin benim hayatımda edindikleri yerle bu kadar farklı olmasının nedenlerini sorguladım durdum.

Tam olarak bi yere vardın mı? derseniz. Yok, çok bir şey değiştiremedim, çözümleri bulamadım, ama şunu fark ettim ben. Hayat bunları rahat rahat sorgulayacak, 1 gününü buna israf edecek kadar uzun bir şey değil. Sen bu hayatta yapman gerektiğini düşündüğün şeyi yapacaksın, gerisine de çok takılmayacaksın.

Kendi doğruların doğrultusunda, yapacaklarını aksatmadan ertelemeden yaptığın sürece, kendi ilkelerine ters düşmediğin sürece, canını yakanlara karşı dik durduğun, kendine güvendiğin inandığın sürece, hatayı kendinde aramakla vakit kaybetmezsin zaten.

Güveneceksin kendine, güvenmeni engelleyen şeylerin ne olduğunu bulup ya onları değiştireceksin, ya da kabulleneceksin kendini. Başka biri olarak gelme şansın yok, görünüşünü, kökenini değiştirme. Gerek de yok zaten, herkes eşsizdir şu hayatta, herkes farklıdır. Sıradan olanlar farklı olmaya çalışanlardır. Önemli olan, kendi için yaşarken, başkalarının mutluluğu uğruna da bir şeyler yapmayı başaran olmaktır. Sıradanlıktan kopan insanlar en iyi yapabildiği şeyde kendini geliştirmekten vazgeçmeyenlerdir.

Üzmeye alışkınız biz kendimizi, olmayan sorunları dert etmeye, içimizde huzursuzluklar yaratmaya, gerek yok bunlara. Hayat asla kolay denilemeyecek, ama zor olduğu kadar da çabaladıkça güzelleşen bir insan kadar eşsiz, ama aslında her insanın yaşamadıkları sürece sıradan sandıkları bir güzelliktir.

Yaşayın, ve bir şeyi istiyorsanız yapın, görünmez zincirlere takılmayın, kendi yarattığınız duvara çarpmayın, bir oyundaysak, kuralına göre oynayacağız. Frp oynamak gibi hani, zar kaç gelirse, o zara göre en mantıklı hamleni yapmak zorundasın. Kozların, yeteneklerin güçlerin, yeri geldiğinde kullanmasını bildiğin sürece anlamlılar sende.

Yaşamak çok güzel, yaşamaktan korkmadan, hayatın dalgalarının üstüne üstüne atladığın sürece.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Gittiğin Yağmurla Gel..

Hayatımda barınan herkesi tarif edilemez derecede seviyorum. Sevginin sonsuzluğu belki de çeşitlendirilemezliğinden geliyor. Herkese hissettiğim sevginin farklı yönleri, farklı şekilleri, farklı anlamları var. "Vazgeçilmez" sözünü ne kadar sevmesem de, hayatımın vazgeçilmezleri var benim yanımda sadece, teferruat herkesi dışarda tutuyorum artık.

Hayatımın kilit parçalarından biri, kısa sürede kanıma karışan, benden parçalar vererek kalbime işlediğim, onun parçalarıyla çoğaldığım, herşeyimi, gerçek anlamda her ama herşeyimi bilen, tek bir bakışımdan bütün duygu yüklerimi çözümleyebilen bir dostumu bugün 3 aylığına başka bir ülkede bambaşka bir şehre uğurluyorum.

Ben sevdiğimi belli etmek, sevgimi karşımdakilere hissettirmek konusunda başarılı bir insan değilim, bunun nedenini sorarsanız söylemekte zorluk çekerim, sadece yazarken duygularımı çok iyi ifade edebildiğimden değil, bu duygularımı insanlara gösterememin bir sonucu bence, galiba, zamanında kıymet bilmeyen çok insana çok şeffaf olarak içimi gösterdiğimden böyle oldum. Kimbilir.

Bu insan, kardeşim, dostum, kankam, iki insan arasındaki yakınlığı ifade edebilecek ne sıfat varsa hepsinin sahibi olan bu güzel insan, kulağa kısa gelen "3 ay"lık bir süre uzakta olacak benden. İçimi çok nadir dökerim ben insanlara, ama en çok da ona dökerim, ona anlatırım dalgalarımı, gözümden akan damlaların sebebini, çoğu anda da tanık olur zaten kahkahalarıma, gözyaşlarıma, dengesiz ruh halimi maskeleyen yapımın altındaki hareketlenmelere.

Ve benim bi parçam olarak kabullendiğim bu insan, hayatımın 3 ayında benim yanımda olmayacak, ben de onun. Çok zor, kelimelere aşkı anlatmaktan bile zor bu korkuyu, yalnızlığın geleceğinin habercisi hislerimi, tedirginliğimi anlatmak.

Dostum, bu yazıyı okuyacaksın, ki buraya kadar okudun, seni seviyorum, kendim kadar seviyorum hem de, ne kadar zaman zaman gösteremesem, birbirimizi kırıp kızgın bakışlarımızla sevgimizi gölgelesek, hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilerek hayallere dalsak, bazen birbirimizin acısını azaltmak için elimizden hiçbir şeyin gelmemesinin çaresizliğini yaşasak, seninle uğraştığım zamanlarda kafamı kırmak isteyip de sadece gülüp geçsen de, seni çok özleyeceğim Zeynep, şimdiden özledim biliyor musun?

Dün o kadar sevindim ki bugün gidememene, seni bir gün daha görmek hem çok daha zorlaştırıyor herşeyi, hem de dışa vurmaya alışkın olmadığım duygularımın seli gözyaşlarımı daha da çok akıtıyor, aynı zamanda da mutlu oluyorum dostumu bir gün daha fazla görebileceğim için.

Seni çok özleyeceğim kardeşim, bu kısa cümlede aslında anlatmak istediğim her şeyi söylemiş oluyorum, biz konuşmasak bile yanımdayken bana verdiğin huzuru, güveni, yanında hiç çekinmeden kendim olabilmeyi, kendimi profesyönelce maskelediğim anlarda herkesi kandırıp da seni asla kandıramadığımın bilincinde olmayı, bir sorunun olduğunda saatlerce seni dinleyip, acını kendi içime taşıyıp sana belki belli edemeden senin kadar üzülüp, sana yardım etmek için elimden gelen herşeyi ortaya koymam gerektiğini hissetmeyi, gülüp eğlenirken, bir şarkıyı dinlerken gözgöze geldiğimiz o anda ikimizin de aynı şeyi düşündüğünü bilmeyi, tartışırken bile nasılsa barışacağımıza aramızdaki bağın kopmasının imkanının olmadığına güvenmeyi, kısaca sana, aramızdaki dostluğa olan sonsuz inancımı bu 3 aylık süreçte ne kadar arayacağımı söylemiş oluyorum sana.

Gözlerim dolu dolu bu yazıyı yazıyorum sana, ola ki yine belli edemezsem duygularımı, geyiğe vurup umursamaz tavırlarıma başvurursam şüpheye düşme, düşmeyeceğini bilsem bile, bazen duymak ister sevildiğini insan, özellikle benim gibi duygularını asla belli edemeyen bir kardeşi varsa.

Seni seviyorum kardeşim, seni çok özleyeceğim.

5 Ekim 2010 Salı

Satırlar uçar gider aklımdan..

Vişnelikteydik, Bir MFÖ masalı sahnede, masal gibiydiler, eğlence, melankoli, hüzün, tebessümler birbirine karışmıştı.

O akşam yağmur vardı Ankara'da, tam ortasındaydı yağmurun, yalnızlığı ömür boyu benimsemiş bir kalabalık, "sakın gelme" dediler eski sevgililerine izleyiciler, dönesi yoktu kimsenin. Vurgun yediğimiz sevdaları andık. "Ah bu ben" dediler, "Kendimi nerelere koşsam", ele güne karşı yapayalnız olanlar. Psikopattı MFÖ dinleyicileri, billah yaparlardı, o'nsuz olmazdı onlar kaçarlardı o'ndan, her insan gibi.

Mazeretimiz de vardı bunlar için, asabiydik, bi Ali Desideroyduk bazen, ele güne karşı yapayalnızdık, böyle de olmazdı ki dedik MFÖ'yle dert yandık, yalnızlıklarımız itip birlikte eğlendik sonra. Leylayı bulma faslına girdik majörlerimizi tüketip minörlere geçtik. Sonra gözyaşlarımızı bitti sandık onlar söylerken, ortak noktası MFÖ'nün büyülü şarkıları olan binlerdik. Mutluyken, rüya gibi geçti saatler.

Büyük grup bu MFÖ, hatta Türkiye'nin en büyük grubu. Küçüklüğümüzden aşina olduğumuz tınılar, büyürken farkında olmadan işlemiş kanımıza, bizim ninnilerimiz MFÖ şarkıları olmuş, yüreğimize aydınlık olmuş, karamsar anlarımız için cümlelerimiz, sesimiz sembolümüz olmuşlar. Yıllar geçmiş müzikle yoğrulup yaşlanmamışlar, hepimizden genç, hepimizden eğlenceli, hepimizden hayat dolular. Hala müziğin yolunda emin adımlarla yürüyüp bizi peşlerinden sürüklüyorlar. Bizim de şikayetimiz yok, ve onlar müzikten emekli olana kadar da şehirlerimizi şenlendirmelerine, duygu sellerinde bize anılarımızdan damlalar göstermeye devam etmelerine itirazımız olmayacak!

Mazeretim var MFÖ-koliğim ben! Halimiz kötü olsa bile onlarla şahane =)
Real Time Analytics