Umutluydum, bekledim. Boş temiz bir sayfaydı adımımı atmamı bekleyen, önümde boylu boyunca uzanan. Ders aldığımı zannettim geçmişten ve uzattım ayaklarımı taze umutlarımın çizdiği patikaya doğru. Daha ilk andan bulaştı çamurları emektar çizmelerimin karbeyaz ayak basılmamış yola. Yine haykırışları umutların ve doğarkenki gözyaşları ümitsizliklerin. Olmadı, ulaşamadım yine, farklı adamların arkasına gizlendiğini sandığım aşka. Ve yine, yine tokalaştım soğuk, rahatsızlık verici ellerini uzatmış iyelik ekinin en çok yakıştığı yalnızlıkla, yalnızlığımla.
Sevmeye hazırdım oysa. Sevişmek için yaşamaya değil ama yaşamak icin sevişmeye. Onu şarkılarda bulmaya değil şarkıları onunla anlamdırmaya. Sayfalarda onu yaşatmaya değil yaşanmışlıkları sayfalarda anlatmaya. Onsuzluğa kelimeler adamaya değil, birlikteliği kelimelerle tablolaştırmaya. Olmadı, olmayacağını hissettim, bu kesin yargıya vardım hızlıca, çabalamanın ardındaki yenilgiyle ağzım yanmadan. Denemeye kendimi hazırlarken denemeye bile gerek kalmadığı o anda tam da. Yıkıcı geldi, can yakıcı ve ölümcül, hayallerimi parçalayarak öldürecek kadar. Kabullendim ama. Dün yoktu, bugün sondu, yarın boştu bomboştu geniş odalar, kalbimin otelinde onun icin ayırdığım.
Vedaya çeyrek vardı ve ben yattım, kendi öz vedamı ellere bıraktım. El-veda etti ben uzandım, gözlerimi aydınlığa kapattım. Karanlığa hafif bir reverans yaptım, yalnızlığımla onu kapıda karşıladım. Rüyaların yerine kabusları çağırdım. Uyudum, uyudum, bir daha uyanmadım. Uyanamadım aşka, aşkla.
30 Kasım 2010 Salı
28 Kasım 2010 Pazar
Beni Kategorize Etme.
Şimdi insanların artık özel hayatı pek yok ya bu twitter sağolsun, en azından ben olduğu gibi yazıyorum içimden geleni, aklıma gelen hayatla ilgili düşüncelerimi, keşfettiğim müzikleri, saçmalama isteğimi karşılıyorum vesaire.
Bi itirafta bulunmak istiyorum, ya da aslında istemiyorum da viskinin de yardımıyla böyle bi içimi dökesim geldi ve daha çok müzik ve hayat izlenimleri üzerine açtığım blogu biraz daha kişiselleştiriyorum böylece.
Yazıyı yazarken yanımdaki manzaraya baktım. Boş, sokak ışıklarının aydınlattığı "sarı-sıcak" Simon Bolivar. Atakule'nin ışıkları sönmüş, sadece çevreleyen 360 derecelik bir gümüş aydınlık daire ve binlerce yıldızmış gibi görünen bambaşka hayatlarla dolu evlerin pırıltıları.
Tek tük arabalar geçiyor caddeden, tıpkı hayatıma tek tük uğrayan sevilesi insanlar gibi. Önyargı koyup insanlara ilk tanıdığım an yaftalar yapıştırmayı sevmem ama biraz tecrübe kazanmaya başladıkça bazı davranışlar, hareketler sana ipucu veriyor insanların iç dünyaları ve niyetleri hakkında.
Zekaya önem veririm mesela, karşımdakinin dediklerimi anlayıp üzerine yorum yapabilmesi, onları tartabilmesi önemlidir benim açımdan, gözlerine baktığımda bir derinlik görmek isterim o insanın bakışlarında. Bir ayna gibi olmalıdır, karşısında oturup da vaktimi ayırdığım, takılmayı tercih ettiğim insan. Kendimden yansımalara rastladığım an o kişide, değer vermeye, saygı duymaya başlarım ona. Gerçekten kendimden bir şeyler vermek isteğiyle dolarım o anda. Eğer buna değer bulursam o insanı (burdan megoloman bi yaklaşım olduğu düşünülmesin, demek istediğim o değil, beni biraz tanıyan ne demek istediğimi anlar) kolay kolay hayatımdan çıkarmam.
Bir de işin yanlış anlaşılma kısmı var. Neden insanlar beni yanlış anlıyorlar peki? Yakınımda tutmak istediğim insanların anlayamadığım sebeplerden dolayı koymak istediğim konumda olamamaları niye? Kafamı denk gördüğüm insanları kendimi iyi yansıtamadığımdan mı yoksa hala beklentilerimi dengeleyemediğimden mi bu kafalardayım merak ediyorum.
Gurur denen kavramın kesinlikle gereksiz ego savaşlarından olduğu ve saçmalıktan ibaret olduğunu düşünüyorum. Dostlukta da aşkta da bu böyle. Eskiden dev, demirden olan gururumu çok törpüledim. Gurur adını verip, kendini dizginleyip, karşıdakinin tepkileri üzerindeki varsayımlardan yola çıkarak kendini yüksekte tutup içini rahatlamaya çalışmak, bunu düşünerek adım atmak nasıl bir kafadır ki? Ne gerek var bunlara. İçinden geleni yapamadığın sürece karşındakilere kendini olduğun gibi gösterme ihtimalinin olması söz konusu değil.
Her neyse, ben ne zaman bir insanı hayatımda önemli bir yere yerleştirmeye karar versem bir terslik çıkıyor. Araya ya gereksiz duygusallıklar giriyor ya da asla altında yatanı bilmediğim bir nedenden uzaklaşıyoruz, kopuyoruz. Böyle olması gerekiyor deyip kadercilik yapamam ben, gerekmiyor tabi ki de, kimi kandırıyoruz ki, hayatta sadece olması gerekenlerin olması kadar saçma bir mantık var mı? Olması gerekenleri engelleyen sürüyle parametre varken ve bunların iyi ya da kötü niyetli olmaları söz konusuyken hem de.
Umarım hayatımda bulunmasını istediğim insanları elimde tutmayı başarırım çünkü benim için "değer verilesi" kategorisine girenleri kaybetmek kendimden parçalar yitirmekten farklı değil benim için. Yazılarım kadar iyi yansıtamasam da duygularım var kimi zaman, mantıksallığımın altında. Çoğu şeyi sizin önemsediğinizden çok daha fazla önemsiyorum da kötü bi alışkanlık kimseye bunu çaktırmamak heralde.
Tamam uzatmıyorum, gecenin şarkılarını açıklıyorum, Emre'nin bana yaptığı playlistten geliyor;
* Lennt Kravitz - I Belong to You -
* Pet Shop Boys - Love etc.
* Skunk Anansie - Hedonism
* The Smiths - There is a Light and It Never Goes Out
* Arctic Monkeys - Cornerstone
Bi itirafta bulunmak istiyorum, ya da aslında istemiyorum da viskinin de yardımıyla böyle bi içimi dökesim geldi ve daha çok müzik ve hayat izlenimleri üzerine açtığım blogu biraz daha kişiselleştiriyorum böylece.
Yazıyı yazarken yanımdaki manzaraya baktım. Boş, sokak ışıklarının aydınlattığı "sarı-sıcak" Simon Bolivar. Atakule'nin ışıkları sönmüş, sadece çevreleyen 360 derecelik bir gümüş aydınlık daire ve binlerce yıldızmış gibi görünen bambaşka hayatlarla dolu evlerin pırıltıları.
Tek tük arabalar geçiyor caddeden, tıpkı hayatıma tek tük uğrayan sevilesi insanlar gibi. Önyargı koyup insanlara ilk tanıdığım an yaftalar yapıştırmayı sevmem ama biraz tecrübe kazanmaya başladıkça bazı davranışlar, hareketler sana ipucu veriyor insanların iç dünyaları ve niyetleri hakkında.
Zekaya önem veririm mesela, karşımdakinin dediklerimi anlayıp üzerine yorum yapabilmesi, onları tartabilmesi önemlidir benim açımdan, gözlerine baktığımda bir derinlik görmek isterim o insanın bakışlarında. Bir ayna gibi olmalıdır, karşısında oturup da vaktimi ayırdığım, takılmayı tercih ettiğim insan. Kendimden yansımalara rastladığım an o kişide, değer vermeye, saygı duymaya başlarım ona. Gerçekten kendimden bir şeyler vermek isteğiyle dolarım o anda. Eğer buna değer bulursam o insanı (burdan megoloman bi yaklaşım olduğu düşünülmesin, demek istediğim o değil, beni biraz tanıyan ne demek istediğimi anlar) kolay kolay hayatımdan çıkarmam.
Bir de işin yanlış anlaşılma kısmı var. Neden insanlar beni yanlış anlıyorlar peki? Yakınımda tutmak istediğim insanların anlayamadığım sebeplerden dolayı koymak istediğim konumda olamamaları niye? Kafamı denk gördüğüm insanları kendimi iyi yansıtamadığımdan mı yoksa hala beklentilerimi dengeleyemediğimden mi bu kafalardayım merak ediyorum.
Gurur denen kavramın kesinlikle gereksiz ego savaşlarından olduğu ve saçmalıktan ibaret olduğunu düşünüyorum. Dostlukta da aşkta da bu böyle. Eskiden dev, demirden olan gururumu çok törpüledim. Gurur adını verip, kendini dizginleyip, karşıdakinin tepkileri üzerindeki varsayımlardan yola çıkarak kendini yüksekte tutup içini rahatlamaya çalışmak, bunu düşünerek adım atmak nasıl bir kafadır ki? Ne gerek var bunlara. İçinden geleni yapamadığın sürece karşındakilere kendini olduğun gibi gösterme ihtimalinin olması söz konusu değil.
Her neyse, ben ne zaman bir insanı hayatımda önemli bir yere yerleştirmeye karar versem bir terslik çıkıyor. Araya ya gereksiz duygusallıklar giriyor ya da asla altında yatanı bilmediğim bir nedenden uzaklaşıyoruz, kopuyoruz. Böyle olması gerekiyor deyip kadercilik yapamam ben, gerekmiyor tabi ki de, kimi kandırıyoruz ki, hayatta sadece olması gerekenlerin olması kadar saçma bir mantık var mı? Olması gerekenleri engelleyen sürüyle parametre varken ve bunların iyi ya da kötü niyetli olmaları söz konusuyken hem de.
Umarım hayatımda bulunmasını istediğim insanları elimde tutmayı başarırım çünkü benim için "değer verilesi" kategorisine girenleri kaybetmek kendimden parçalar yitirmekten farklı değil benim için. Yazılarım kadar iyi yansıtamasam da duygularım var kimi zaman, mantıksallığımın altında. Çoğu şeyi sizin önemsediğinizden çok daha fazla önemsiyorum da kötü bi alışkanlık kimseye bunu çaktırmamak heralde.
Tamam uzatmıyorum, gecenin şarkılarını açıklıyorum, Emre'nin bana yaptığı playlistten geliyor;
* Lennt Kravitz - I Belong to You -
* Pet Shop Boys - Love etc.
* Skunk Anansie - Hedonism
* The Smiths - There is a Light and It Never Goes Out
* Arctic Monkeys - Cornerstone
26 Kasım 2010 Cuma
Mr. Jones and me, we're gonna be big stars!
Uyuyamıyorum ben. Gün içinde ne kadar umursamaz, rahat bi insansam gece odama çıkıp müzik dinlemeye başlayınca, en olmadık şeye takar oluyorum. Yalnız olduğumu hatırlıyorum mesela, rahatsız oluyorum, sonra klişelerle boğuşuyorum. "her insan yalnız doğar, yalnız ölür" tarzı cıvığı çıkmış laflar geliyor aklıma iyice bir sinirim kalkıyor.
Sevmeyi özledim ama sevilmeyi daha da çok. Mükemmel akıl verip arasını düzelttiğim, rahatlattığım, sorunlarını çözdüğüm sürülerce insan var çevremde. Ozylerin hayır kurumu olma özelliği maalesef bana da geçmiş. Bi de kendime akıl versem, vere vere bende akıl kalmadı be!
En sevdiğim atasözü "Mum Dibine Işık Vermez". Helal olsun şu atasözlerine. Bir tanesi bile boş değil, biz daha yok twitter'a söz girelim bilmemne yapalım, atalarımız işi çözeli bunları internet olmadan yayalı kaç asır geçti.
Bugün Park Caddesi'nden (mekan adı yazınca çok havalı oluyorum) Mesa Plaza'ya yürürken Naz'la garip şeyler düşündüm yine. Ne kadar orjinal olabilir ki, çoğu insan benzer şeyleri farklı bakış açılarıyla yorumlar, benim avantajım güzel süslüyorum fikirlerimi. Herneyse, keşke kaldırım olsaydım dedim, evet, insanların üzerinden yürümesi için yapılmış bir kaldırım, hem işe yarıyor hem de başka hiç bir sorunu yok, ya da ne bileyim, bir yaprak olsam mesela, tek derdim sonbahar geldiğinde diğerlerinden daha fazla dalımda kalmak olsa, onun dışında gün boyu bön bön dursam.
Ya da insan olucaksam, aşırı bencil olsam, herkese kendi istediklerimi dayatsam, ne istesem pislik, fesatlıklar yaparak elde etsem, taş gibi bir kadın olsam mesela, hafif de kaşar, ne biliyim, manikür pedikürle kafayı bozmuş olsam, tek derdim prada çantama uygun ayakkabı bulup bulamamak olsa ama işimde de tepede olsam, 1 km öteden insanlar ne iyi kız demese de korksalar benden ama bir yandan da arkadaş olmak isteseler belki bir şeyler kaparım diye, kimseyi gerçek anlamda sevmesem, herkesle çıkar ilişkim olsa, zaten başka bir şey de beklemesem, duygularım olmasa, sırf ben ben ben! olsa mesela.
Bu aralar aşırı takıldım bir şeye de vazgeçiyorum o da olmayacak. Alıştım ya ilginç bir şekilde. Artık zaten bir şey için çabalarken ilk aklıma gelen şık en kötü olan. Eski beni bilen bilir, dünyanın en Polyanna insanıydım ben. Peh! Zaten anca burda böyle şeyler yazarım ben, siz beni umursamaz bilin, zaten yine güzelce kıvırırım en iyi yaptığım şey demogoji. Acayip eğleniyorum demogoji yaparken, konuyu öyle güzel kaydırıp öyle farklı çeviriyorum ki çok zor anlarsınız. Bunu okusanız bile yine süper yaparım anlayamazsınız.
İlk defa kendimden bu kadar bahsettiğim ve betimlemelerden uzak durduğum bir yazı yazdım. Hayret ya!
Bu arada yineliyorum. Mr. Jones'u bulan olursa bana göndersin nolur! Ya da "Ben Mr. Jones'um be Deniz burdayım işte" diyen varsa, çekinmesin. Merak etmeyin Cinderella pabucu denetecek halim yok rahat olun o konuda.
I want to be Bob Dylan
Mr. Jones wishes he was someone just a little more funky
When everybody loves you, son, that's just about as funky as you can be
Mr. Jones wishes he was someone just a little more funky
When everybody loves you, son, that's just about as funky as you can be
25 Kasım 2010 Perşembe
Şişeler Daha Anlamlı, Altından Bakınca!
Her zamanki gibi ipod'un shuffle'ında müzikler akıyordu ve kanepede uzanmış dinliyordum. Bir şarkı başladı kulağa güzel gelen, değiştirmedim dinliyorum, baktım değişmeden devam ediyor şarkı akışı, radyo gibi adeta, şaşırdım, bildiğim şarkılar değil hiçbiri, ne oluyor diye merak ederken baktım ekranda radyobilkent yazıyor. Şaşkınlığım sürüyor, merakla bekliyorum. Aklımda bir soru, bu radyobilkent kayıdının benim ipod'umda işi ne?
Sabırla dinlemeye devam ediyorum, bilgisayarımdaki şarkılar dışında bir arkadaşımın attığı güzel şarkılar var, o attı heralde ama neden atmış olabilir? Şarkıları beğenmiş galiba o gün güzel çalıyormuş bu radyo kaydetmiş o yüzden derken, "T-rak-tör" diye bir program başladı radyoda. Bu haftaki konuklarının Dengesiz Herifler olduğunu söylediği an anladım neden bu kayıdın ipod'umda olduğunu. Bana şarkıları atan müzik zevkine güvendiğim arkadaşım Eren bu çok sevdiğim grubun davulcusuydu, o yüzden belki bilerek belki dalgınlıkla atmıştı bu radyo programı kaydını müzik çalarıma.
Gülümsedim, içten içe çok da sevindim, çünkü dinleyememiştim çıktıkları o programı ve bir daha da dinleme fırsatı bulamamıştım. Doğa, Mustafa, Eren, Emre. Çok sevdiğim 4 insanın, albümlerinin çıkmasına ramak kalan grubun, eskiden kalma bir radyo programında röportajlarını dinlemek güzel bir tesadüftü gerçekten de. Kulağımda kulaklık evin içinde kahkahalarla gülerek dinledim Türkiye'nin en samimi grubunu.
Medyanın arkasına geçtiğinde genelde insanlar sahte yüzlerine, sahte seslerine ve olmak istedikleri kalıbın içine sığınırlar. Dengesiz Herifler için bu genelleme saçmalıktan öteye gidemez. Günlük takıldıkları ortamlarda nasıldılarsa radyoda da öyleydiler, doğal, rahat, oldukları gibi. İşte bu yüzden samimi geliyorlar insanlara. Arkadaşları, çevreleri onlar hakkında ne düşünüyorsa, müzikleri sayesinde onları bilen insanların da aynı şeyi düşünebilecekleri kadar gerçekler. Toplumun olmalarını istedikleri gibi değil, içlerinden nasıl olmak geliyorsa öyle. Bazı insanların kendi hayatlarında başaramadıkları şeyi kamera önünde de başarabilecek bir grup. Kafalardaki "Müzik grubu" kavramının ideal hali belki de.
Çok yakında kendileri kadar samimi bir duruşa sahip, ve sadece "güzel müzik" yapmak amacıyla ortaya konmuş bir albümle karşılayacaklar bizi. Bu yüzden de hayran olunmayı hak ediyorlar, sahte dünyanın gerçek yüzleri arasında olmayı başarabildikleri için.
Yakında hep beraber pis pis gülüp her gün eğleneceğiz!
Bu kadar yazı yazdım hani şans eseri birileri neymiş bu yazı diye tıklayıp okursa diye biraz reklam da yapabilirim heralde, arkadaşlarımın da laf edeceğini sanmıyorum bana.
Samimiyetinize sığınarak bazı linkler;
21 Kasım 2010 Pazar
Hiç hiç bir şey bilmiyorlar...
"Ne yapsam olmuyor". Evet, olmuyor işte. Takdir görmeyi unutalı çok oldu. En sevdiklerimin güvenini kaybedeli. Mutlu olduğum ortam evim değil benim. Sevmiyorum evde oturmayı, bir saniye bile kalamıyorum eğer evde bir işim yoksa. Boğulacak gibi oluyorum, duramıyorum işte.
Sürekli dışardayım, herkesin iğnelerini çıkararak söylediği gibi. Biri de "neden?" dese değil mi? Kaçıyorum evet, her insan gibi bir şeylerden kaçıyorum, saklanıyorum maskelerin ardına, bırakın kaçayım, sizden değil ki ben kendimden kaçıyorum.
Ne aşk acı verir bana ne başka bir şey, bana tek acı veren kendim. Bırakın, kendi kendimi yaralayım işte. Sağ salim eve gelmiyor muyum sanki, saatin kaç olduğunun ne önemi var? Sanki eve geldiğimde muhabbet mi ediyorsunuz benimle sevgili ailem? Okul hakkında birkaç soru ve kimle ne yaptığım dışında merak ettiğiniz ne var ki? Neden edesiniz ki zaten, etmeyin, çok daha iyi böyle.
Siz benim için, özel bir çocuk deyin geçin işte. "Özel üretim" deyin, bazen mutlu olurum böyle şeylere. Bildiğim bir şey var zaten, içimdeki bu potansiyeller hiçbir zaman kinetik enerjiye dönüşemeyecek, bir hiç olarak toprak olucam ben, işte bu yüzden devamlı dışardayım, en azından ölürken hatırlayacak bir iki mutlu anım olsun diye.
Ne sevdiklerime kavuşacağım ben, ne de başarılı olacağım. İşlenmemiş yeteneklerimi açığa vurup birkaç "aferin" alıp hayallerime pencereden bakıp uzanmaya çabalamak isteyip üşenerek ölüp gideceğim. Her gün ölümümü düşündüğüm bir an oluyor mutlaka. Korku, gerginlik, telaş. Hayatın kısa olmasına duyulan dayanılmaz acı. Klasik gelecek ama genç öleceğim ben muhtemelen. Şaka değil bu. Bir umuttur belki de, yaşlanıp geçmişe baktığımda çok fazla pişmanlığım olacak eğer yaşamaya devam edersem 60'ıma kadar.
Sevin ya da sevmeyin sadece bilin beni, Deniz olarak, zaten başkası olmayı, rol yapmayı bilmem ben, sadece hislerimi gölgelerim bazen, hepsi bu. İstediğinizi düşündürtmek için senaryolar yazabilir demogoji yapabilirim ama sizin iyiliğinizedir bunlar genelde. Kendimi biraz düşünsem çok farklı bir noktadaydım ben.
Bu günden sonra zaten dışarı da çıkamayacağım, kendimden de kaçamıyorum artık, kapana kısıldım. Rahat olun, "buna mı takılıyorsun?" deyin ben de "hakkaten ya saçmalıyorum ergenim heralde" falan bişeyler derim işte.
Of, ölü doğan bir yazı bu. Unutun gitsin ne diyorum ki.
13 Kasım 2010 Cumartesi
İnsan uyumaz bazen, düşünür!
Ben bugün şiir yazdım uzun zamandan sonra. Aşık gibi hissetmek istedim. Duygu yoğunluğu duymak istedim biraz. İçimde bulunduğum boşluğu doldurmak için değil, değerli hissetmek için de değil, sadece aşk'ı özlediğimden, kendimi yeniden geliştirmek istediğimden.
Ben bugün öylece durup düşündüm, uzun zaman yaptığımdan daha farklıca. Yalnız kalmak istedim bir süre, suskunluğumu koruyarak sessizliği dinlemek istedim. Kafamdaki playlist çaldı önce usul usul, fikirlerime göre şekillendirdim müzikleri.
Ben bugün dışarı çıkmayı çok da istemedim. Arkadaşlarımın çağrılarına cevap vermesem dedim, yok ama, dayanamadım verdim, dışarı da çıktım üstelik, saçmaladım geyik de yaptım. İçki içmedim.
Ben bugün eve geç gelmedim, zamanlı geldim ama bavul da hazırlamadım. Öylece oturdum salonda, düşündüm yine, şarkılar dinledim. Yazı yazmak istedim, aklımdakileri de kaleme dökemedim.
Ben bugün, dün yaptıklarım üzerinde çok da düşünmedim, umursamadım, üzülmedim. Aşık olamadığıma üzüldüm biraz ve şu an da buruk bir şekilde haber bekliyordum birinden, meşguldür ya da her neyse dedim onu da umursamadım.
Ben bugün, ne kadar değiştiğimi fark ettim, eskiden kafamda taşıdığım yüklerin ne kadar hafif geldiğini. Herşeyin nasıl da kolay üstesinden gelinebilir olduğunu. Yaşanmamış hiçbir şey hakkında hayal kurmanın bir yere varmayacağını ama yine bunu yapmaya devam edeceğimi bildiğimi. Hayatımda vazgeçilmezlerin bile çok da vazgeçilmez olmadıklarını.
Ben bugün, gecenin bi saati bu yazıyı yazarak bazı şeyleri ölümsüz kıldım. Bu yazıya baktığımda hep hatırlayacağım imgeler işledim satır aralarına, sadece benim görebileceğim. Kimlerin okuyacağını da düşündüm bu yazıyı. Sıkıcı olduğunu düşündüm benim ne yaptığımı çok da umursamayanlar için.
Yine de yazdım işte. Beni çok da umursamadığını bilerek insanların. Kendimden daha fazla umursamayarak onları, bencilce gülümsedim biraz da. Ve son cümlemi yazdım, ardından da kayıt tuşuna basacaktım ki size bir playlist yapayım dedim.
İşte Nam - ı Diğer Bugün Playlisti size;
(tamam okuduğunuz an dinleyiverin)
Duygulardan gidelim,
* Huzur;
Bob Marley - Somewhere Over The Rainbow - http://fizy.com/#s/1lrun2
* Aşk;
Beatles - And I Love Her - http://fizy.com/#s/16jnq6
* Mutluluk;
Coldplay - Don't Panic - http://fizy.com/#s/1d5ien
* Neşe;
* Heyecan;
*Umut;
* Melankoli;
Lenny Kravitz - Ain't No Sunshine When She's Gone - http://fizy.com/#s/1m2htk
* Hüzün;
Mazzy Star - Hair and Skin - http://fizy.com/#s/1lxw04
* Acı;
Led Zeppelin - Babe I'm Gonna Leave You - http://fizy.com/#s/1m0ua6
Notumsu: Şu an içimden geçtiği şekilde seçtim, bi daha bakıp "yok be bu ne alaka" diyebilirim, saçmalamış bu diye düşünebilirsiniz alınmam.
Ben Mesela..
Kendinden bahset derler hep. Kendi hakkında konuşmaktan çoğu kişi hoşlanmaz. Neden ki? Bana kalırsa insan kendinden bahsederken bi çelişki içine düşer, olduğu kişiyi mi olmak istediği kişiyi mi anlatacağı ikilemini yaşar hep. Sevmediği özellikleri söylemek istemez mesela. Farkında değiliz aslında ama dürüst olmak ne zor şey öyle. Özellikle de kendine.
Aynaya baktığınızda neler düşünürsünüz? Mecaz anlamda da kendinizle yüzleşir misiniz? Çoğu insan kaçar bunu da yapmaktan. Herkesi kandırabilirsiniz ama aynadaki o yüzü asla kandıramazsınız. Aslında tüm bireyler kendinin ne olduğunu bilir, ama cevaplayamadığım o değil, neden kendi olmamızı istediğimiz kişi olmaktansa oymuş gibi davranıyoruz? Herkes mi oyunculuktan zevk alıyor bu hayatta. Yoksa çabalamaya, değişmeye dair inancımız mı yok? Yedimizde neysek yetmişimizde o olmaya mahkum mu hissediyoruz?
Ben de çok yaparım bunu ne yalan söyleyim. Çok maskelerim kendimi. Ruhunuz bile duymaz. Belki de buna mecbur hissettiğim için kimi zaman. Olduğumuz gibi gösterdiğimizde kendimizi kabul görmeyeceğimizi düşündüğümüzden zayıflıklarımızı saklamak zorunda olduğumuzu sanıyoruz belki de. İnsan hata yapmalı, yanlış davranışlarını aldığı tepkiler üzerine değiştirmeli. Olmak istediği insan için çaba göstermeli.
Başkalarını yererek yücelmeyi, zayıflıklarımızın üstünü başka kaçışlarla örtmeyi bırakmalıyız önce, başkalarını susturabilmek bizi onlardan üstün kılmıyor malesef. Her insan eşsizdir, eşittir demek zor, şöyle eşittir, herkesin ilgi alanları, duyarlı olduğu, kendini geliştirebileceği alan farklıdır. Başkası bi konuda sizden eksikse o sizden alçakta olduğunu gösteremez. Emin olun ki sizden iyi yaptığı bir şey mutlaka vardır.
Bu okuduklarınızın hiçbiri yeni değil size, biliyorum. Zaten zordur insana bilmediği bir şey söyleyebilmek. Ben hatırlattım sadece, okuyup da ne yorum yaptıysanız kendinize. İç döküntüsü bir nevi işte bu da benim için. Anlatacak kimsen olmaz bazen, klavyenin tıkırtıları tek ses olursa gece, böyle şeyler yazarsın, olabilir.
1 Kasım 2010 Pazartesi
Elveda De.
Bir son yazdı kız hikayesine. Sandığına sakladığı diğer sonlarına benzeyen bir son daha. Mutsuz son diyemedi, her sonun bir başlangıc olduğunu bilirdi. Her mutsuz gözüken sonun ardından yine gülümseyebilmişti hayatı boyunca ne de olsa. Sağır, kör ve dilsiz hikayesine sessiz sedasız bir son yazıyordu.
"Bitti, hem de yaşanmadan" diye geçirdi içinden, "her zamanki gibi sadece benim hissettiğim o fırtınalar dindi". "Hiç aşık oldun mu?" sorusuna "Evet" diye cevap verirdi ama hiç aşkı yaşayıp yaşamadığı sorulsa duraksardı ve acı tebessümüyle kafasını iki yana sallardı hüzün dolu gözlerini sorunun sahibine dikerek.
Yine bir cenaze töreni vardı kalbinde, bir aşkı daha ölmüştü, kurak, havasız kalbinde. Bir evladını daha yitirmiş bir anneydi, babalarına asla kavuşamamış evlatlarından birini daha yitirmiş acılı bir anne.
Siyahlar kuşanmış ruhunun pelerini dalgalanırken kalbinin ayazının rüzgarında, aşkına son kez bakıyordu. Anılarla sarmaladığı aşkı solgun ve buz tutmuştu. Aşka verdiği emeklerin, fedakarlıkların ölülerine diktiği gözleri keder dolu ve yaşlı gözüküyordu.
Derin bir iç çekti. Yine diğerlerine benzer bir son olacaktı bu. Bol noktalı, ünlem dolu hikayesine, eylem olmayan yüklemlerden bir son.
Ne kalem ne kağıtla yazacaktı bu sefer, beyninin sahillerindeki kumlara kazıyıp zamanla dalgalar tarafından silinişini izleyecekti yazdığı sonun. Zamana yenik düşen bir öyküydü onunki ne de olsa, dış faktörlerden darbe ala ala çürümüş ve zamansızlık içinde çiğnene çiğnene morluklarla lekelenmiş bir aşk öyküsü.
Şarkılar seçti yalnız vedasına, sessiz sonsözler yerleştirdi aklına. Melodilerin yarattığı armonide kaybolurken sildi iki damla gözyaşını. Yaktı ölü aşkının cesedini ve küllerini savurdu rüzgara doğru. Eskiden uğruna beslediği adama ulaşırlar diye bir umutla. İçindeki ses ne kadar bilse de minnacık da olsa aynı rüzgarın adamın yüzüne çarpma ihtimalinin olmadığını.
Mırıldandı şarkıları, adamın kulağında çınladıklarını hayal etti içini rahatlatmak istercesine ve başladı sonunu yazmaya.
"Elveda" dedi ve bekledi, ekleyecek birkaç cümle aradı aklına yazdığı destanın satır aralarında. Bulamadı. O kadar anlamsız milyonlarca sözcük arasından tek anlam ifade edeni zaten söylemişti. O tek kelimenin içinde, söylemek istediği herşey gizliydi. İçinde boğulmaya yetecek kadar çok imge saklıydı o kelimede.
Gülümsedi ve yazdı ışıl ışıl parlayan göz yaşlarından mürekkeple doldurduğu kalemiyle koskoca gökyüzüne son kelimesini hikayesinin.
ELVEDA.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)