30 Ekim 2011 Pazar

Gel Tanışalım Önce!

Bir insanı kendi istediğin gibi tanırsın, sana aksini kanıtladığında ise kafanda bağdaştıramamanın hıncını ondan çıkarırsın.

Önyargıları yıkmak zordur derler. Çok da yanlış değil, her insanı ilk gördüğünüzde önce aklınızda onu sıfatlandırmaya bir kalıba oturtmaya çalışırsınız. Genelde ilk izleniminiz hep yanlış çıkar, burdaki etkili faktör de tecrübedir, daha çok insan tanıdıkça yanılma oranınız azalır. O oranı azaltacak tecrübeye erecek yaşta değiliz çoğumuz bu da bir gerçek. İstisnalardan bahsetmiyorum, genel konuşuyorum.

Karşınızdakinin davranışları ve olaylara tepkileri, size tavırları bir fikir sahibi olmanızı sağlar. Her hareketinin tekrarlanma sayısına göre karakteri hakkında tanımlar yapabilir hale gelirsiniz. Bir de kendiyle ilgili söyledikleri var tabi. Bu nokta önemli, bir insan kendini anlattığında onu tanımak çok imkanlı değil. Bir laf vardır, ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz diye. Doğru.

Sözlerden değil, somut hal ve hareketlerinden tanımaya çalışmak lazım bir insanı. Bunun için de iyi bir gözlemci olmak. Gözlemlediği davranışın altında yatanı da iyi tanımlayabilmek, kavrayabilmek. Yani oldukça zor bir iş bir insan hakkında fikir sahibi olmak. Bu konuda ne yazık ki beynimiz illüzyonlara açıktır. Kendi hayatına objektif bakamayan insan istediği gibi karşısındakinin davranışlarını farklı biçimlerde yorumlayıp çok yanlış düşüncelere kapılabilir.

'Seni iyi tanıyorum' ne zor bir cümledir aslında. Benim düşünceme göre, kimse kimseyi tam olarak tanıyamaz. Birincisi, karşındaki insan sana kendini farklı tanıtabilir, ki bunu hepimiz yaparız, olduğumuz gibi kendimizi yansıtmamıza duygular, fikirler, aynen karşımızdaki gibi önyargılar, savunma mekanizması, bir de egosal savaşlarımız engel olabilir. İkinci olarak da karşımızdaki hiç bir zaman tam anlamıyla objektif bir gözlemci olmayacak, kendi bakış açısına göre bizi aklında şekillendirecektir. Aynen bizim yapacağımız gibi.

İşin özü şu; bir insanın nasıl biri olduğuna dair fikriniz her zaman subjektiftir. Objektif bakmak için duyguları devre dışı bırakmanız ve kalıplaşmış düşünce tarzınızı bir kenara bırakmanız gerekir. Bunun da çok zor olmasından dolayı hep karşımızdaki bizim için bir yanılgıdır. Bu yüzden çevremizden fikir alma ihtiyacı duyarız ki hiçbir tavsiye bir diğeriyle bağdaşmaz.

Bir insanı tam anlamıyla tanımak, çözmek, mümkün değildir diyemem ama çok çok ince bir iştir. Peki kim bu kadar ince eleyip sık dokumaya değer? Belki de kimse. Hatta muhtemelen kimse, hiçkimse.

Şunu da dinleyelim/izleyelim o zaman;


29 Ekim 2011 Cumartesi

The Time Is Now!

Her şeyin bir zamanı vardır. Geç kalınması ne kadar kötüyse erken davranmak da her zaman kötüdür aslında. Ne geç kalmalısın, ne erken varmalısın. Tam zamanında yapmalısın her şeyi. Gereken anda gereken yerde bulunmalısın, gereken anda harekete geçmelisin.

Doğru anı beklemek belki de en büyük işkencelerden biridir. Peki doğru an nasıl bilinebilir? Bir şeyi tam da zamanında yapmak çok zor değil mi? Bence öyle bir şey yok.

O kadar çok duydum ki 'Şimdi sırası değil', 'Onun da zamanı gelecek', 'Çok geç artık her şey için' cümlelerini, artık bana bir şey ifade etmiyorlar açıkçası. 'Şimdi tam zamanı!' diyebildiğim hiç olmadığı içindir belki de. Ben her şeyi içimden geldiği an yaparım, yapamazsam da bir daha da yapmam zaten, unutulur giderler.

Nerden biliyoruz peki sırası olmadığını, zamanının gelmediğini, daha erken olduğunu ya da çok geç kalındığını? Nedir ki bu içimizden geleni gerçekleştirmekteki zamanın parametreleri? İnanın tek bir açıklama dahi bulamıyorum. Nasıl karar verdiğimize dair de en ufak bir fikrim bile yok.

Dolayısıyla anlayamadığım başka kavramlar ortaya çıkıyor.

Yanlış zamanda gelen doğru insan. Doğru bir insan diyebileceğiniz biri karşınıza çıktıysa, yanlış zamanda gelmiş olamaz ki. Sonuçta sizin o anki bulunduğunuz hal için doğruysa o insan nasıl yanlış bir zaman seçmiş olabilir ki karşınıza çıkmak için. Erken ya da geç bir zaman seçseydi gelmek için zaten size uyum sağlayamaz, dikkatinizi çekmezdi. Farkında olmasanız da zamanın en büyük özelliği sizi sürekli değiştirip başkalaştırmasıdır. Birinden gerçekten hoşlanıyorsanız, zaman ortaya konabilecek en saçma bahanedir. Neresi yanlış ki zamanın? Eğer aklınıza biri güneş gibi doğmayı içinizi ısıtmayı başarıyorsa hangi bahane ona ulaşmaya çalışmanızı engelleyecek, zaman mı? Yapmayın. Kendi korkularınızla yüzleşmekten kaçtığınız için suçu yanlış zaman diye bir şey yaratıp ona atmayın.

Doğru zamanda gelen yanlış insan. Doğru zaman burda ilişkiye hazır hissettiğiniz an oluyor ve yanlış insanın geldiğini iddia ediyorsunuz. İnsanları hayatınıza siz soktuğunuza göre, yanlış gördüğünüz kişiyi seçenek dahilinde tutmak bu yanlışın sahibinin siz olduğunuzu gösterir. Yanlış insan zaten yoktur sizin için. Varlığı sizi ilgilendirmediği için hiç bir zaman da olmayacaktır. Ego tatmini için aslında etkilenmediğiniz bir insanın etkisini üzerinizde tutmaya çalışmak zaten sizin yanlışınızdır, o insanı suçlamayın.

Uygun zamanı beklemek. Kendini hazır hissetmek. Aslında bu 'zaman' dediğimiz şeyin altında yatan tek şey kendi korkularımızı baskılama süremizden başka bir şey değil. Bu da vakit kaybından başka bir şey değil zaten. İçinizden geleni, korkularınız, gereksiz kuruntu ve önyargılarınız yüzünden sindirmeyi bırakıp, yapmaya, eylem haline getirmeye başladığınız an, sizin için her an doğru zamandır.

Kısaca doğru zaman içinizden geleni yaptığınız zamandır. Yanlış zaman ise zorlama yoluyla, isteksizce bir şeyleri ortaya koymaya çalıştığınız zamandır. Yani aslında zamanın doğrusu yanlışı yoktur. İnsanın kendini hazır hissettiği ve hissetmediği anlar vardır. Aklınızı bir konuya ne kadar yoğunlaştırırsanız ayrıntılarda boğularak zamanın içine hapsolur eğriyi doğruyu göremez hale gelir körleşirsiniz. Zamanı da kendinize siper olarak alır, onu sıfatlandırıp olmayan kavramlar yaratırsınız.

Zaman hep aynı şekilde akıp geçiyor. Sağa sola sapmadan, sabit bir biçimde. Onu kalıplara sokmaktan, sizi asla beklemeyecek olan zamanı beklemektense, yapın. Düşünün ve sonrasında yapın. Sadece yapın.

Dinleyelim,

Honeyroot - Where I Belong http://fizy.com/#s/16ow0c

Husky Rescue - City Lights http://fizy.com/#s/16s8ao


27 Ekim 2011 Perşembe

Bir Şarkı Var Aklımda, Söylemesi Ayıp!

Yazarken dinledim, özlemişim;
Kenan Doğulu - Tutamıyorum Zamanı - http://fizy.com/#s/1agmjm

Bir şarkıya aşık olunabilir mi? Peki bir şarkıyı sevdiği için bir insan durup dururken sevilebilir mi? Sevdiğin insan bir şarkıyı seviyor diye mi o şarkıdan etkilenirsin, o dinlediği için o şarkının içine ondan parçalar saklayıp gül kurutur gibi arasında anılarınızı kurumaya bırakırsın yoksa şarkının derinliklerinde sana verdiği hissin aynı olması mı senin gözünde o kişiyi özelleştirir?

Hepimizin içinde barınan bir hayal vardır bir de hani. Bize ithafen yazılan bir şarkı olması. Aslında çok da gerekli değil, çoğumuz da o kadar 'şanslı' olmayacağız belki hayatımız boyunca. Olmamız gerekli değil, çünkü onunla dinlenilen, onun aklına seni getiren, sana onu anımsatan her şarkı zaten özeldir, senin için vardır.

Şarkılar anların güzelliğini hatırlamamız için varlar, bir de o anı daha da güzelleştirmek için. Kimi zaman onu hatırlama bahanemiz, kimi zaman onsuzluğu kabullenmemize yardımcı bir ses ruhumuza dokunan. Bir fotoğraf karesi bazen, o sahneyi kendi içine hapsederek ölümsüz kılan, her dinlediğimizde o ana dönüp izlememizi sağlayan.

Sanat öznel olarak doğar, evrenselleşir ve doğduğu kişiden koparak başka öznel hikayeleri yönetip onları çok başkaca şekillendirmeye başlar. Büyü dediğimiz şey tam olarak budur. Birine acı veren bir tını bir başkası için mutluluğun melodisi olabilir. Budur müziği evrensel kılan. Sözlerde, notalarda kaybolduğun kendini bulduğun an bestecinin değil bestenin içine hapsolmuşsundur. Besteciye minnettarsındır, ama beste artık senden parçalar taşımaktadır, senin duygularının harmanlarını barındırmaktadır içinde. Renkler gibi biraz, çok nadirdir iki farklı kişinin bir şarkıda aynı şeyi duyması, aynı hislerin tonlamalarını algılaması.

Özel yapan budur bence dinlediğinin aklında birini imgelemesini. Eğer sana onu hatırlatıyorsa ve bir şekilde ona ulaştığında onu da aynı şekilde etkileyebiliyorsa aşkın kanıtıdır belki de şarkılar. Bu yüzden tek bir şarkısı yoktur bir aşkın, birçok şarkı senindir, onundur, ikinizindir, en değerli anlarınızın gizli öznesi, 3. kişisidir şarkılar.

Bir kişiyi sevmeyi bir şarkıyı sevmeye benzetirim ben hep. İlk dinleyişte dikkatini çekmeyi başaran şarkı kulağına her çalındığında daha başka yerlerindeki detayları seni etkiler. Baslar ve ritim kalbine daha farklı vurgular verirken tizlerin ahengi yavaşça içine işler ve farklı hislerini dürter, dalgalandırır. Sevmediğin yerleri bile bütüne ısınmaya başladığın an batmamaya başlar, sözler aklında sahneler kurgulamana sebep olmaya başlar ve kendinden eklediğin parçalarla beste kafanda bambaşka bir şekle bürünür. Aynı bir kişiyi tanıyıp onu olduğu gibi kabullenip aynı zamanda kendinle bağdaştırıp anlamaya çalışman, yakınlık kurman gibi.

Bir şarkı seç şimdi, birkaç kere dinle, içine akmasına izin ver, süzülsün duygularına karışsın, biraz sen olsun, biraz o, biraz başka gelsin tam uymasın sözler sana, ama farklılıklarıyla benimse, gitarı kemandan daha çok hoşuna gitsin, melodisi ritmini sönük bırakıyormuş gibi gelsin, yine de senin mükemmelin olsun o şarkı. Bir şans ver, benzerliklerin yanında duran ufak karşıtlıklar duygularımıza dengeyi getirendir unutma.

Sen yeter ki dinle, kulak ver biraz. Emin ol günün birinde en beklenmedik yerde bir ezgi kulağını öyle delip geçer ki, olur ya ilk görüşte aşka bile inandırabilir seni. Neden olmasın? Zaten tesadüfi karşılaşılan şarkılar her zaman daha çok sevilmez mi? Küçük rastlantısal tanışmaların ruhuna işleyip eskidiğini sıradanlaştığını sandığın romantizmi sana yeniden sevdirebilmesi gibi hani. İtiraf et, okurken bir an gülümsemedin mi?

26 Ekim 2011 Çarşamba

Don't Get Me Wrong

şarkımız bu kez başlığımızla aynı efenim buyrunuz; http://fizy.com/#s/1nmkd5 (Lily Allen - Don't Get Me Wrong)

Hep korktuğunuz başınıza gelir bu hayatta. Çoğu şeye inanmam kolay kolay da buna çok inanıyorum. Neden? Çünkü hep korktuğum başıma geldi, neyin olmasından çok büyük bir çekince duyduysam içimden kendimi rahatlatmaya aksini düşünmeye çalıştıysam da fayda etmedi. 'Korktuğum' peşimi bırakmadı, üzerime üzerime gelip sonunda tepeme çıktı.

En büyük korkularımdan biridir yanlış anlaşılmak. Zaten kendini anlatmak ve anlamak üzerine bir mücadeledir hayat, ve bunu en doğru biçimde yapmanın yollarını arar insan yaşamı boyunca, sanat bile bu nedenle ortaya çıkmışken, anlaşılamamak herkesin bir şekilde korkusudur zaten.

En iyi yazıyla ifade ettiğime inanırım kendimi. Harflerin sözcükler oluşturarak sayfayla buluşmasındaki görsel ahenk benim için duyguların ve düşüncelerin beden bulmuş halidir, ve zaten en çok da yazdıklarımın anlaşılmaması huzursuz eder beni.

Korktuğum hep başıma geldi, gelecek de daha. Yanlış anlaşıldım, ya da yanlış anlattım belki bazen de bilemiyorum ama sözcüklerimin anlamı kaydı, belki sivri olmayan uçları yaydan fırlayıp ok gibi saplandı karşımdakilere. Fikirlerimin ucu yanlış dokundu, bilemem. Belki hayatı gereksiz ciddiye aldığımı hissettirdiğimden insanlara, gereğinden fazla ciddiyet arar oldular sözlerimde, bilemiyorum.

Zordur yazıda anlatmak fikir ve hisleri aslında. Yazıda mimikler yoktur, noktalama işaretleri ve okuyanın kendi içinde seslendirdiği cümleler vardır sadece. O yüzden vurguyu vermek epey yorucu ve zahmetli bir iştir. Derin anlamlar yüklediğimden kelimelere, bana ihanet etmelerini karşıdakine yanlış hissi vermelerini kaldıramıyorum belki de. Kendime kızıyorum, en çok da cümlelerime. Başkasının aklına yolculuk biletidir kurduğunuz cümleler, eğer yanlış cümle kurarsanız, yanlış bilet almışsınız demektir ve gitmek istediğiniz yerden çok daha başka bir yere varırsınız. İşte bu yüzden tüm korkum yanlış anlaşılmaktaki. Ben kaybolmaktan da korkarım, yanlış ıssız yerlerde vaktimi harcamaktan bir de.

Yanlış anlamayın beni olur mu? Hatalı ifade ettiğim yerleri hissederseniz kendiniz söyleyin bana, beraber düzeltelim. Aklınızda pamuk şeker resmetmeye çalışırken kılıca benzettiysem eğer, silip baştan başlayalım. İki akıl arasında dağlar olursa ne farkımız kalır geceleri durmaksızın birbirine havlayan köpeklerden?

Stop Cryin Your Heart Out

Sus! Dedim. Bu bir ricadan çok bir emirdi. Kendi içimdeki korkunun desteklediği şüpheye. Sus! Dedim. İç sesim şüphenin bana söylediklerini aktarırken kanımı donduruyordu.

Ya boşunaysa? diyordu, gereksiz yere öyle bir savuruyorsun ki zamanını belki de, yazık! Ne kadarına değeceğini sanıyorsun? Hem ne kadar eminsin de bu yoldan gitmen gerektiğine, kararını yönlendirebiliyorsun? Sonucu seni tatmin edecek mi? Ya da bu bir sonuç olacak mı? İşlerin yolunda gideceğine emin misin? Peki ya içini rahatlatacak şeyleri dile getirecek cesaretin olduğuna? Doğru zamanı bulabilecek misin ha?

Dinlememeye çalıştım, sindirmek için elimden geleni yaptım ama bir süre görmezden gelmem bile onu kızdırmış sesinin tahmin edebileceğimden de yüksek çıkmasına neden olmuştu. Beni kendine inandırması demek, belirsizlikten çıkmaya gönül koymuşken yeniden karanlıklara gömülmem demekti.

Yüksek frekanslı sesinin arkasında ince bir ses daha duyuyordum, ona konsantre olmaya karar verdim. O sesi dinledikçe huzurun ve bir tutam heyecanın bana doğru süzülerek geldiklerini görüyordum.

Sakinleş, neden hep karanlığa bakıyorsun, aydınlık hiç olmasaydı karanlığın ayırdına varmak rahatsız etmezdi seni, gözlerinin alıştığı o olurdu. Umutsuzluk ve şüphe her zaman gölgelerini aydınlığa düşürüp gözlerini yorarlar. Oysa gölgenin düşmesini sağlayan bile ışıktır. Olumsuzu düşünme, karanlığı görme, aydınlığın daha üstün durduğunun ayırdına var artık. İhtimallerden kötü olan hep daha çok dikkat çeker ve seni kaçışa yönlendirir, şüphenin koynuna iter, yapma. Sen bildiğini oku, ne de olsa umudun da karamsarlığın da doğduğu yer aynı, aklın.

Biraz rahatladım ve o anda duymak için kendimi zorladığım sesin aslında şüpheden bile yüksek bir frekansa sahip olduğunu fark ettim, kulaklarımı isteyerek ve istediğimi fark etmeden şüpheye çeviren bendim. Başından beri sus dediğim de, ve aslında umudun konuşması için ona fırsat tanıyan, ona kurması gereken cümleleri söyleyen yine bendim.

Rahatladım ve aydınlığı dinlemek, karanlığı susturmayı kararlarımın arasına yerleştirdim. Şüpheyi demir bir kafese koyup sesinin bana ulaşamayacağına emin olduktan sonra heyecanı, umudu, cesareti ve güveni yakında tutmam gerektiğini aklımın bir köşesine not aldım. Bekleyişim sürüyordu, bu sefer daha da az kum kalmıştı kumsaatinde, heyecanım yavaş yavaş olgunlaşıyor, içimi gıdıklaması içten içe hoşuma gidiyordu.

Bugün çok Black Keys,
Too Afraid To Love You -  http://fizy.com/#s/1ohvhi

25 Ekim 2011 Salı

The Good The Bad & The Ugly

Ben 'kötü insan' diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Hiç bir insanın hayatı boyunca 'iyi' ya da 'kötü' olarak sıfatlandırılabileceğine hele hiç inanmıyorum.

İnsanın başka birinin gözünde iyi ya da kötü niyetli olarak anılmasının tek bir sebebi vardır. O da kendi çıkarını gözetirken karşındakininkini olumsuz yönde etkileyip etkilememesidir. Karşınızdaki insanın yaptığı sizin amaçlarınıza giden yola barikat kuruyorsa tabi ki o insan sizin için 'iyiliği' temsil etmeyecektir. Bu nedenle kötü de iyi de objektif olamaz söz konusu insan olduğunda. Demek istediğim iyi de kötü de yoktur değil. İyi ve kötü görecelidir. Subjektiftir.

Herkesin sevdiği insanlardan çok korkarım ben mesela. Yaşamınız boyunca aldığınız kararlar doğrultusunda çizdiğiniz yolun herkesin yoluna paralel olması nasıl imkansızsa, başkasının yolunu bir noktada kesmek zorunda olduğunuz da bir gerçek bence. Herkesin sevdiği o insan, belki de size zarar verdiği halde bunu sizden gizlemenin bir nevi sizi aptal yerine koymanın yollarını da çok iyi biliyordur.  Belki de dedim öyle olmayadabilir hemen kızmayalım.

Aile dışında hiç kimse sizi koşulsuz sevmeyecek. Sevginin ortaya çıkması bile insanın bencil doğasıyla alakalıdır. Kendi hoşuna gideni, yalnızlığını unutturanı sever insan neticede, hayatındaki herkesi bi şekilde kendi seçer. Seçmediğimiz tek şey ailemiz, olduğu gibi kabul etmeyi ilk öğrendiğimiz varlıklar onlar. Aşk da insanın tamamen kendiyle ilgili aslında, kafasında yarattığı bir varlığa bir beden seçip iki esansı birleştirerek yeni bir parfüm ortaya koymak gibi bir şey. Aslında en bencilliği ortaya koyan, egoları en belirgin kılan duygudur aşk.

Sevmediğim insanlar var, nedeni de hep benim tarafımdan bakıldığında karanlık imgeler getirmeleri aklıma, ama eminim onların da bu hayatta sevenleri, iyi sıfatını onlara yakıştıran dostları var hem de benim olduğu kadar, belki daha fazla. Bir insanı kötülerken iki kere düşünmenizi istiyorum o yüzden. Bir insanın size bir şey yapması, başkasına da yapacağı anlamına kesinlikle gelmiyor. Ne sizinle olan çıkar çatışmalarını, ne de içinde bulunduğu ilişki türünün aynısını yaşama ihtimali var başkalarıyla. Olsa bile bir başkasının adımlarına dair güçlü tahminler yapacak güveni nerden buluyoruz hep merak ederim bunu. Tanıdığımız kadarıyla yorumlar yaparız, ki evet bir noktada tanıdığımız insan bizi şaşırtmayabilir ama şaşırtma ihtimali hiç göz ardı edilebilir mi? Öyle olasılıklar kurguluyoruz ki insanların aklına, sonunda diğer insanın gideceği yolu yıkarken, granitten yapılma gökdelenler gibi dikiveriyoruz sağlamca önyargıları başkalarının kafasına.

Başkasına anlatırken ne sevdiğiniz insanları fazla yüceltin, ne de sevmediklerinizi kötüleyin. Hatta mümkünse iyi ya da kötü kelimesini sıfat olarak koymayın tanıdıklarınızı tanımlarken başka tanıdıklara. Bildiğiniz kadarıyla karakteristik özellikleri hakkında fikriniz varsa paylaşın ama 'iyi' ya da 'kötü' demeyin biri için. Emin olun siz bile kendinizin kimin gözünde iyi kimin gözünde kötü olduğunu bilemezsiniz. İnsan doğumundan ölümüne kadar nötr'dür, iyiliğin beyazlığını mı kötülüğün karanlığını mı yansıttığı karşısındakinin bakış açısına bağlıdır.


Ne dinlesek diyenlere;


*Hot Chip - Arrest Yourself   http://fizy.com/#s/3w901u (bugünbirazhareketlitakılalım)


19 Ekim 2011 Çarşamba

You will be the death of me.

Belirsizlik. 
Sevilmemek değil, insanı mahveden, delirten, kesinlikle belirsizlik. 
Emin olamamak, ipuçlarından gerçeğe varmaya çalışmak, 
bitmek bilmeyen yap-boz parçalarıyla boğuşmak.

Belirsizlik. 
Karamsarlığın da kaynağı, umutsuzluğun da hatta umudun da.
Zaman kaybetmeye, pişmanlıkları deste deste biriktirmeye neden olan
zehirli, lanetli kelime.

Belirsizlik.
Ne yapacağını bilememekten de öte, yaptıklarının sonuçlarını görememek.
Beklemekten halsiz düşmek, faydasızlığın içinde kaybolmak, yine de beklemek.
Çaresizce, ellerini nereye koyacağını bilemeyerek heyecandan.

Belirsizlik. 
Belli belirsiz bir yolda, iz bile bırakmadan yürümek gibi işte.
Ne bastığın yerde bir parça senden.
Ne gölgen arkanda, senin geçtiğin yollara karartı veren.

Yoruldum ben bu belirsizliklerden...


Bu günün loop şarkısı bu benim için;

tıklamadan göremeyin -  http://fizy.com/#s/2b5qsc

17 Ekim 2011 Pazartesi

Fake Plastic Girl

Notumsu: Yazıyı bunu dinleyerek okuyun   http://fizy.com/#s/16l5ks (Radiohead - Fake Plastic Trees)

Kendini anlatmak zorundadır insan. Onaylanmak için, emin olmak için kendini anlatmak zorundadır. Farklı olmaya bir o kadar hayran olan insan aynı zamanda içini rahatlatmak, yalnız olmadığını kanıtlamak için kendine, sıradan olduğunu görmek ister.

 Anlatır. Sayfalara, kişilere, notalarla, sözlerle, resimlerle, kalemlerle, heykellerle.. Bir şekilde anlatır işte. Anlatmaya mecburdur çünkü, bazen sadece anlaşılmak için. Anlaşılmak mümkün müdür peki? İnsan hayata hep subjektif bakar, ya da objektif olabilir mi kimi zaman? Hayır olamaz bence. En objektif yorum bile içinden çıktığı subjenin fikirlerinden arınmadığı müddet saf bir objektifliğe sahip değildir. Bu subje insan olduğu sürece ve tecrübelere dayandığı an zaten tarafsızlık imkansız değil midir?

 Ben kendimi anlatırım hep, daha çok portreler çizerim kalemimle, bazen anlık görüntüler betimler, resmederim olay ve durumları sözcüklerle. Bitmeyen danslarım hep kelimelerledir, müzik de eksik olmaz üstelik. Bu kez size yine kendimi anlatacağım. Bütün çıplaklığımla hem de, üşüyerek titreyerek ve utanç duygumu yitirmediğimin kanıtı kızarmış yanaklarımı sunarak anlatacağım hem de. Bu yazıyı muhtemelen okumayacağınızı bilerek içimde gizlediğim romantik Deniz olarak konuşacağım sizinle. Sizin çoğu zaman göremediğinizi, göremeyeceğinizi.

 Susarım mesela ben, nadiren susarım, kızgınsam, sıkıldıysam, kırgınsam. Farklıdır susmak, konuşmaktan daha zordur aslında, gözlerinin konuştuğu anlar hep sustuklarındır. Gözlerimden akar öfke, eriyen mumun damlaması ya da süzülmesi gibi yavaşça aşağı doğru. Ellerim konuşur susunca, ağzımdan dökülmek istenenler ellerimde toplanıp da özgür kalmak istermiş gibi elektrik verirler parmaklarıma ve sıkarım tüm gücümle, tırnaklarım batar derime, suskunluğumun bedelini öderim. Ya da kırgınsam, küser gözlerim de, bakışlarım da gizlenir, hepten silinir, tek bir bakış belki, cam parçaları saplandığının yansıması olarak gözlerimden kırılmanın sorumlusuna yönelttiğim. Sıkılırsam ellerim kollarım yerinde durmaz, dudaklarımın enerjisi onlara aktarılır.

 Gülerim ben, ya durumlara ve olaylara, ya da içimdeki mutluluğu akıtırım, durup dururken hem de. Görünürde hiç bir sebep yokken. Dalga geçerim sıklıkla, hem kendimle hem de çevremdekilerle. Bilirim çünkü, espri anlayışından yoksun çekilmez hayat. Hatta hayatın ta kendisi mizah üzerine kuruludur, en önemli başlangıçtır mizah. Ciddiye almakla eğlenceye vurmak arasında çok ince bir çizgi vardır ve ben onu yakalamış insanlara zeki der ve saygı duyarım.

 Çekingenimdir bazen, insanların benim hakkında ne düşündüklerini de önemserim. Çok umursamaz ve rahat görünmeme rağmen aslında kafama da takarım çoğu şeyi ama çoğunlukla göstermem, pelerinimin altında bir yerlerde saklar sonra kendi kendimi yerim bir şekilde de çözene kadar asla rahat edemem. İnsanları kandırmak çok kolaydır, kendimi ise asla kandıramayacağımı bilirim. Başkalarına yalan söylesem bile kendime asla söylemem, verebileceğim en büyük zarar olur bu çünkü.

 İnsanlar unutkan derler bana, günlük hayatın akışında yapmam gerekenleri unuturum belki ama anıları, dikkatimi çeken ince ayrıntıları asla çıkarmam aklımdan. Kendim bile farkına varmadan aklımın kaydettiği birdolu ince detay saklıdır sizin bile kendinize dair hatırlamadığınız belki de ama asla çaktırmam size hatırladıklarımı. Oyuncuyumdur biraz, nasıl düşünmenizi istiyorsam ona göre davranıp öyle düşündürtebilirim sizi. İnanmadığım bir fikri kabul ettirebilirim bazen, manipüle ederim çok rahat ama çok yakınımdakilere yapmam. Genelde bunu kendimle ilgili konularda yaparım, insanların kendilerini kandırmalarından nefret ederim, onlarla ilgili bir konuda ne düşünüyorsam onu söylerim boş yere teselli etmem asla. Yalan tesellilerle başkalarına boş umutlar hediye eden insanlardan iğrenirim. Asıl kötü niyetli olan onlardır.

 Bencillikten hoşlanmam ama belirli bir bencillik sınırım vardır o noktaya kadar insanların sergilediği bencil davranışları kaldırabilirim. Hırslı ve ukala insan sevmem. Hatta hırslı insanlardan korkarım, kendi hedefleri uğruna kimi harcayacaklarını kestirmek imkansızdır. Kıskanırım da ben, bu duyguyu hissettiğim an öfkelenirim kendime, içimde yaşar geçmesini beklerim sessizce; mülkiyet duygusunu tamamen yenebilmiş bir insan kıskançlığa karşı koyabilendir ve öyle bir insana rastladığımda gerçekten benim için çok saygındır -şu ana kadar rastlayamadım-.
 

Yanında ağlayabildiğim insan özeldir benim için. Gözyaşlarımı akıttığım anda yanımda olması telaş değil huzur veren insan, onun için elimden geleni yapmaktan çekinmeyeceğim insanla aynı kişidir. Duygularımın yoğunluyla davranışımdaki yakınlık ters orantılıdır. Sevgi sözcükleri, iltifatlar, sevgi gösterileri yabancıdır bana. Tanıdıkça davranışlarımdaki küçük sembollerden anlaşılır karşımdaki insana olan his ve fikirlerim. Üstelik aksini savunurum hep, duygularda netliğin önemli olduğunu söylerim ama benimki kasıtlı bir gizleme değil, yaşadıklarımın etkisiyle belki hissettiremiyorum duygularımı karşımdakilere, verebilecek sevgim sonsuz olduğundan korkuyorum içten içe. 

 Herkese koşulsuz yardım edebilirim çünkü beni en mutlu eden şey yardım etmektir, birine iyilik yapmam için o insanı sevmem gerekmez, ne şekilde olursa olsun katkıda bulunmayı severim. 

 Önemsenmemeyi kaldıramam, sözlerimin kestirip atılmasından bölünmesinden hoşlanmam. Fikirlerime saygı duyulmamasını kaldıramam, dalga geçmek ve aşağılamak arasındaki çizgiyi korumayı başaramayan insanlardan hazetmem. Mutluluğumu paylaşmayan insanlara tahammül edemem ve bunu çok agresif bir şekilde dışa vururum. Fevriydim, törpüledim kendimi, dediğim gibi şimdi susarım sadece sinirliyken. Değişkenim, yenilikçiyim. Sabit kalacak belli başlı düşüncelerim hariç her fikrimin değişip yeniden şekilleneceğini kabullenirim. Zevkler ve renklerin tartışılamayacağına inanmam, her konuda tartışabilirim ama bilgi sahibi olmadığım konular hakkında yorum yapmam susarım ve anlamaya çalışırım. Çok iyi bilmediği konuda iddia sahibi olan insanları hep yererim, yereceğim de.

 Bunları neden anlattım size? Kendimi anlatmak zorundaymışım ben de demek ki. Tanıyarak göreceğiniz şeyler hakkında ufak bir ipucu olsun bu da. Sanki merak eden varmış gibi. Buraya kadar okuyabilen/okumuş birileri varsa helal olsun :)

14 Ekim 2011 Cuma

Anybody Seen My Baby?

İstiyorsan gel ve al. Koca puntolarla yazılıydı bu cümle aklımda. Tabela olarak en üst köşesine asılmıştı Yüzüklerin efendisi filminin Arwen ve Frodo'nun Nazgul'lerden kaçış sahnesini hatırlatan cümle kafamın içindeydi.

İstiyordum, belki de tek bildiğim şeydi bu. Onu istediğim. Yanımda, ulaşabileceğim mesafede olmasını. Tek sorun bildiklerimin kendimle sınırlı olmasıydı. O, kilidini açmak için gömüldüğü kumların altından bile çıkararamadığım bir hazine kadar saklıydı, karanlıktı ve belirsizdi. Biliyordum, istediğimi ve yine bilmek istediğimi biliyordum, onun düşüncelerini. Ne gözleri geçit veriyordu bana, ne sözleri birer yol açıyordu detayların ayak izlerini kovalayan aklımda. İşaretleri yorumlamaya çalışıp bir nevi avcılık yaparken bir yandan da kılıcımı duygularıma savurmak zorunda kalıyordum. Onlar işime karıştıkça, atmaya çalıştığım okları hedefinden savuran rüzgarlar gibi hedeften şaşmamı sağlıyorlardı sadece. Duygularımı bana karşı harekete geçiren ise, bilgi sızdırmayan, değerli taşları andıran gözleri ve sözlerinden çok beni etkileyerek titreşimlerinde kaybolmamı sağlayan ses tonu ve vurgularıydı.

İşi garipleştiren başka bir nokta vardı. O noktanın başrolü kesinlikle benimdi. İstediğim bilgisini karşımdan yeterince istihbarat almadan açığa vurmama sözü vermiştim kendime. O yüzden istediğimi dillendirmediğim sürece anlaşılması imkansızdı düşüncelerimin. Düşüncelerimle hareketlerim arasında bir kale niteliği taşıyan dudaklarım işlerini ustalıkla gerçekleştiriyorlardı elbette. Emir büyük yerdendi ne de olsa. Bu emiri tek umursamayan gözlerimdi. Onlar mutluluğu anında kabul ediyorlardı, siluetiyle, bakışlarıyla, sesiyle ya da temasıyla karşılaştığımda ve başlıyorlardı ışıldamaya.

Bazen aklım derin karmaşaların esiri oluyor ve verdiği emirleri sorgulamaya başlayıp vücudumu şaşkınlığa boğuyordu. 'İstediğini açığa vur' diyordu mesela. Hareketlerimin ayarı kayboluyor yine de emir çok içten gelmediğinden uygulamaya sokulamıyordu. Şüphe, aklımın en üstünde kabul görmüş yerini asla terk etmediğinden emre hiçbir zaman tam olarak onay vermiyordu ve görünüşe göre bunu yapmayı sürdürecekti de. Şüphe ki bütün ondan gelen önemli sinyalleri kendi gözetimi altına alıyor ve çoğunu sorgularken tokatlaya tokatlaya sonunda ölüme sürüklüyor ve ipuçlarının yetersizliğinden yakındırıyordu düşüncelerimi. Şüphe bazen benim anlayışımı zorlaştıran duygularımla aynı tarafta yer alan bir ajan izlenimi veriyordu bana. Yine de duygularımın aksine yeri beynimin baş köşesi olduğundan şüphe'den şüphe duymak karışıklıktan başka hiçbir işe yaramazdı.

Savaşın sonucuna doğru aklımdaki düşünceler fark etmeye başlamıştı ki, şüphe aslında zararlıydı. Fazla büyüyüp sözünü çok geçirmeye başladığı andan itibaren mantıksallığı dışlamaya ve gereksiz yere telaşı dürtmeye başlamıştı. Buna engel olmak oldukça zor olacaktı ama şüpheyi zincirleyip telaştan uzak durma kararı bana iyi gelecekti. Böylece O'ndan aldığım sinyalleri daha iyi yorumlayabilecektim aklımda, duygularımdan da arındırarak, süzgeçten geçirerek onları.

Uzaklaşmam zor olsa da şüpheyi devre dışı bırakmayı başarmış ve artık içimdeki seslerden gelen titreşimleri doğru kabul etmeyi öğrenmiştim. Tek başaramadığım şey vardı oysa. İstediğim gerçeği, ne kadar beynimde en kesin noktada dursa da onu dışarı ittirmeye çalıştıkça gün yüzüne çıkmaya, ışıkla yüzleşmeye o denli korkuyordu ki kıyamıyordum ona. Dışa vurmak için cesarete ihtiyacım vardı, o ise uzun zamandır duyguların esiri olduğundan aklıma yanaşamıyordu bile. İstediğim gerçeğini ona yollamam en büyük kozum olacaktı. O zaman beklediğim kesinlik beni bulacaktı ve öğrenmem gereken o tek sorunun cevabını alan beynim bu öykünün de sonundan yeni bir başlangıç oluşturacaktı elbet. Yeni bir son ve etkileyici bir başlangıç ortaya çıkacak ve yeni başlangıç ya günbatımını ya da batmayan bir güneşin doğuşunu sembolize edecekti akıllarda.

Duygu ve düşüncelerim ya barışı sağlayacak ya da iç dünyamı griye çevirecek o savaşı başlatacaklardı. Duygularımı cesaretimi esir almaktan vazgeçirmek ve cesaretin yardımıyla istediğim gerçeğini aydınlıkla buluşturmak yapmam gerekenlerdi. Şüpheyi elimine etmek ise başlangıç noktam olmuştu. Devamını getireceğime olan güvenim ise henüz duyguların o kadar tesirinde kalmamıştı.

Şu anki aşama beklemek olmalıydı. Her savaşta olduğu gibi hayati önem taşayan süreçti bekleme süreci. Gözlerimi açıp pusuya yatıp duygularımı sindirerek bekleyecektim. Bekliyordum da. Onun ortaya çıktığı zaman çok daha kararlı bir hedefe ulaşma sürecinin emrini verecekti beynim. Beklemek zordu. Beklemek adeta kendi kendine yapılan bir işkenceydi ve kesinlikle duyguları besliyor düşüncelerden de en çok gerginliği uyarıyordu. Yine de beklemeye devam edecek gücü içimde buluyordum. Beklememin en büyük destekçisi henüz yaralı olsa da ölüme yakın değildi. Umut düşüncelerime destek oluyor, içimi rahatlatıyor, hatta duygularımın yanına sakinliğin gitmesini sağlayabiliyordu.


Okurken dinle:

* Dave Matthews Band - You & Me
http://www.youtube.com/watch?v=7f4TItnxVOw

* The Animals - House of the Rising Sun
http://www.youtube.com/watch?v=mmdPQp6Jcdk

* Eagle Eye Cherry - Save Tonight
http://www.youtube.com/watch?v=QYEd3_XaJ-4

13 Ekim 2011 Perşembe

Akıldan geçen yolu kazmışlar.



Yazacak kelimelerin yoktur bazen, ya da çoktur. Çoksa yoktur. Bir şeyin cevabı çoksa, aslında yoktur, boştur. 

Çok şeyim var diyecek benim de. Yok denecek kadar çok. O yüzden bulamıyorum kelimeleri, zıtlıklar yüzünden kafası karıştı cümlelerimin. 




Korkak sözcükler, korkak cümleleri, korkak cümleler, korkak davranışları doğurur. Kaçmak bunların bir sonucudur. Korkundan kaçmak. Peki ya korktuğun şey? Cesaretini söndüren ve korkunu uyandıran, sonucunu bilmediğin şeydir. Bilinmezliktir besini korkunun.  




Reddetmek gerçekleri, aldanmayı doğurur. Aldatılmayı, yalanı kaldıramayan insan kendini aldatmak konusunda en başarılıdır aslında, hep olayları çarpıtarak kendini kandırır. Umudun, yaşamak için vazgeçilmez olan şeyin, doğup büyümeye elverişli gördüğü yer yalansa, gebe kalır hayalkırıklığına. Zararlıdır umut, tehlikeli ve asitli. Şeklini alıp yerleştiği bardak kırıldığı an yakar derini, eritir içini, kemiklerini bile. 




Yalnızlık güzeldir, yazılara dökmek kendinle yaptığın sohbetleri, fikirlerini tanır insan, en çok da yazarken tartar kendini. Yüzleşmek güzeldir, kendi gözlerinin içine bakıp konuşmak yalnızlığınla. Kaçırmadan gözlerini. Korkmadan, kandırmacalara yer vermeden. Tam anlamıyla ne kadar dürüst olabilirse insan kendine o kadar.




Konuştum kendimle. Bana dedi ki, yorgunum ben, suskunum, durgunum, halsizim, üşengecim, bıkkınım, isteksizim, umursamazım, alınganım ve hatta hassasım da. Evet hepsi aynı anda. Genel olarak ise mutsuzum. Bağımlıyım biraz, biraz huzursuz, beklenti dolu ve yorgun, çok yorgun. 


Şeker gibi sesli kadın vokallerden gelsin o zaman, hafif melankoli böyle bi.


* Flunk - Cigarette Burns
http://www.youtube.com/watch?v=wTUF1khnUBg


* Postishead - Glory Box     
http://www.youtube.com/watch?v=yF-GvT8Clnk


* Skunk Anansie - Hedonism   
http://www.youtube.com/watch?v=LLs-JP5FGAg


* Sia - Breathe Me      
http://www.youtube.com/watch?v=hSH7fblcGWM


* Shivaree - Goodnight Moon      
http://www.youtube.com/watch?v=LRqUONe_aAI

4 Ekim 2011 Salı

Evvel Zaman İçinde


Bir kız var, yorgun, bıkkın, ürkek biraz da. Eli göğüs kafesine gidiyor arada, saklamaya çalışırmış gibi kalbini ellerinin arasında. Bir sıcaklık var ellerinde, hafif pembelik yanaklarında.  

Bir düşünce var, binlerce düşüncenin kraliçe arısı, gizli, suskun, sindirilmeye çalışılan. Kızın aklında büyüyor gün geçtikçe, hafif sinsice. Sıcaklık artıyor kızın ellerinde, göğsünü sıkıyor ağrı zamanın ilerlediği her bir an.  

Bir adı var o düşüncenin ve içinde saklı duygular. Düşüncenin ana fikri kaygılı, sabırsız, aceleci, merak dolu bir heyecan. Bilindik duygularla bilinmeyen sonuca bulanık ve sallantılı adımların köprüsü adeta.  

Bir aşk var, saklı, çekingen, tazecik, büyüme çağında. Sessiz, asil, saf ve kırılgan. Kirlenmemek için kozasından bile çıkmaya yeltenememiş tırtıl kelebek arasında bir canlıymışcasına çırpınan.  

Bir kız var, kaygılı bir düşüncenin ardında aşk adlı bir duygu saklayan. Yorgun, bıkkın, ürkek ama yine de heyecanlı ve bu yazıyı yazdıkça aklının yansıttıklarına aynadan bakan. 

1 Ekim 2011 Cumartesi

Ayna ayna, sihirli ayna, neler söyledin bana?

İnsan kendini başkalarına sözleriyle değil davranışlarıyla anlatabilir. Kendini tanımak için olaylara verdiği tepkilerin üzerinden gider çünkü. İçinden geleni yapabilmenin önemi burdan geliyor. Bir şeyi yapmak istediğin anda devreye giren savunma mekanizması, ince hesaplar, olasılık hesaplamaları, korkuların gerçekleşme ihtimalini beynin tartma çabası. İşte bu kendin olmanın önündeki en büyük engel. 

 O zaman anlatamıyorsun insanlara kendini, gösteremiyorsun aslını, hep unutuyorsun bi yandan da, şeffaf olmadığını, senin neyi düşünerek nasıl hareket ettiğini karşındakinin anlama ihtimali olmadığını. Belki de izlediğimiz filmlerden o kadar alışmışız ki ipuçları üzerinden gitmeye, karda bırakılan ayak izlerinin detaylarından kime ait olduğunu bulmaya. Dolaylı cümlelerin çözümlemesini yapmak zorunluymuş gibi herkes kendi şifresini yaratıp ona göre hareket etmeye yemin etmiş.

 Dışa görünen tarafı siyah bir ayna olan camlar gibiyiz aslında. Biz karşımızdakini siyah görürken onun da bizi öyle gördüğünü düşünemiyoruz iki taraflı camların arkasından. Zorlaştırıyoruz ilişkileri. Sevilmenin değerini sevmenin ötesine koyuyoruz. Obje subjenin ötesine geçmeye başladığı an sıkıntılar baş gösteriyor. Kendimi düşündüğümde gözlemlerim bunlar. En garip nokta ise şu; 'yanlış anlar' korkusu. Ortadaki yanlış ne? Ne anlayabilir de yanlış olmasından korkuyorsun? Bir kere yanlışlığa dair bir korkun varsa o sözcüğü koyarak perdelediğin şey aslında tam olarak da 'sence gizli kalması gereken gerçek' değil mi? 

 Hoşlandığınız 'sanılmasın' diye kaç kere içinizden geçenleri sindirip daha seslendirilemeden değiştirdiniz cümlelerinizi? Neden peki? Neden bu kadar önemli karşınızdakinin ortaya koymaya korktuğunuz gerçek insanı yanlış anlaması korkusu? Kendinizi onun kabul edebileceği, anlamasını istediğiniz şekle sokmak kendinden vazgeçmek değil mi? 

 İnsan kendini ifade edebildiği sürece insandır. Eğer ifadelerini başka bireylerin beğenisi uğruna değiştirme kaygısı içine girerse de kendi olmaktan, başka bir deyişle özgünlüğünden ödün vermiş olur. Artık hissettiklerimizi, olduğumuz insanı olduğu haliyle detaylara boğulmadan karşımızdakine sunmayı öğrenmemiz gerek. Karşındakinin anlayışından korkmak onu da aşağılamaktır. Onun ne düşündüğünü anlamanın yolu onun da net bir şekilde içinde en saf şeklinde ortaya çıkan haliyle duygu ve düşüncelerini davranışlarına yansıtmasından geçer. 

 Korkuları, kaygıları, paranoyayı bir yana bırakmalı artık. Siz önce bütün netliğinizle benliğinizi dışa vurun, karşınızdaki insan ne yaparsanız yapın anlamak istediğini anlayacaktır zaten. Bari kendi duygu ve düşünceleriniz onun süzgeçine girmeden şekilden şekle girip deforme olmuş olmasın. Denemeye değmez miydi?

Real Time Analytics