Artık kabul etmemiz gerek. Gerçekle yüzyüze
kalmamız ve onu sindirmemiz. Sevmemiz değil, sadece kabullenmemiz. Biz insanlar
materyal dünyanın metalarıyız, onun mülkleştirdiği ve mülklerimize
birbirimizden daha çok değer biçen varlıklarız.
Biz, artık bir makinenin içine hapsolmuş
hayatları yaşıyoruz. Kendimize ordan bir karakter yaratıp, boş zamanlarımızda
kendimiz oluyoruz. Bu boş zamanlar ise sadece başkasıyla olamayacak kadar
kendimizle kalmak zorunda kaldığımız zamanlar. Neden değişken, ‘’yalnız kalmak
istiyorum’’ cümlesini bize kurduran herhangi bir neden olabilir bu. Bir kez
kurduğumuz zaman bu cümleyi, işte o zaman kendimize ihtiyacımız var. Çoğunlukla
olamadığımız benliğimize. Duygularımızı gizlediğimiz diğer bütün anlar ise bu
makine içinde dönen bir saat içi tekerinden hiçbir farkımız yok.
Biz anılarımızı bile eşyalarımıza yüklüyoruz.
Bir insanlar kendimizin parayla satın aldığımız şeylere ruhumuzu
aktarıp onun içinde yaşamaya devam ediyoruz. Yaşamıyoruz da esas olarak,
yaşıyormuş gibi yapıyoruz.
Baktığımız hediyelerde alan insanları
görüyoruz. Değersiz, yapıtaşı bile aynı olan nesnelerin içinde değer biçiyoruz
o insanlara. Tekrar kendimizle yalnız kaldığımızda görüp o ana gidebilmek için
yapıyoruz bunu. Bu kadar aciziz işte.
Affedemiyoruz, duygularımızdan korkup çoğu
mantıksız şeyin arkasına sığınıp güçlü durduğumuzu sanıyoruz. Güçsüzleşiyoruz,
yalınlaşıyoruz. Tek olmayı yalnız olmakla karıştırıyoruz. Varlığın içindeki
yalnızlığı, dışlanmışlıkla karıştırıyoruz. Kendimiz olamadığımız her an kendi bildiğimiz
anlamda ‘’yalnızlaşma’’ sürecine katkıda bulunuyoruz.
Dürüst değiliz, kendimize bile,
karşımızdakine olmaya çalıştığımız insan yanılsaması içinde de yitip gidiyoruz
yavaşça. Yaşadığımız hiçbir şey gerçek değil. Çünkü biz değiliz. Kendi
adlandırdığımız, çoğunlukla zaman içinde yanlış hallere bürünmüş kavramlar
içinde boğuluyor ve bunlara prensip adını takıyoruz. Toplum içinde kabul görmekle o kadar kafayı
bozmuşuz ki normların içinde kalmaya kendi kararlarımız ve prensiplerimiz adını
vermişiz.
Bu kalıpların içinde duyguları hapsediyoruz.
Hissettiğimiz yoğunluğa erişemeden de onları defetmenin yollarını arıyoruz.
Çünkü hepimiz sadece aciz ve korkağız. İçinde bulunduğumuz çevreye bağımlıyız.
Yarattığımız karakterin dışına çıkmaya dair büyük korkularımız var.
Söyleyemediklerimizin esiriyiz.
Hata yapmaktan o kadar korkar hale gelmişiz
ki bunun sonucunda hata toleransımızı toptan yok etmişiz. Bir yanlışın
sınavlarda 3 doğruyu götürmesi bize verilmiş bir hediye gibi. Çünkü kendi
hayatlarımızda ölümü, yok oluşu, hata yapmaya tercih eder hale getirilmişiz.
Affetmenin bir erdem değil, aptallık olarak görüldüğü çağdayız artık.
Her gün yavaş yavaş öldüğümüzün farkında
olmadan ne uğruna bile yaşadığımızı unutarak sadece nefes alıp veriyoruz. Bir
kere yaşanan bu hayatın süresini bile bilmeden geri gelmeyecek sermayesini
harcıyoruz; zamanı. Kaybedene kadar değer bile biçmekten aciziz soyut
kavramlara, çünkü varlıklarının değeri anca yokluklarıyla biçilebiliyor. Bu
kadar zavallı bir haldeyken kendimizden büyük duyguların altından
kalkabileceğimizi düşünmek fazlasıyla aptalca. Ki zaten yapabildiğimiz de pek
söylenemez. Duyguların içi yenik portakal kabukları haline getirdikten sonra
sadece birleşimlerinin birbirlerini daha az çekilir hale getirmesi işten bile
değil ne de olsa. Duygularımız da en az bizim kadar yapaylar. Gerçek hallerini sevmediğimiz için kendi hayali kişiliğimiz törpüsünden geçmek zorundalar ne de olsa.
Selamlar materyal dünyanın metaları, eşsiz
insanlar. Maskelerimizi takıp yalnızlaşmaya devam etmek için harika bir gün.