24 Aralık 2011 Cumartesi

Love Etc.

Herkes yalnız. Herkes mutsuz. Herkes şikayetçi.

Hepimiz o kadar kendimize kendimizi ispatlama, başkası tarafından özel olduğumuzun hatırlatılması derdindeyiz ki birlikteliğin anlamını unutmuşuz. Rekabet hayatımızın bu kadar içine işlediğinden beridir belki duygusal ilişkilerde bile tüketim psikolojisine bürünmüş gidiyoruz. Aşk böyle bir şey miydi? Hırsla aşkın ayırdına ne zaman varamaz olduk biz.

Ulaşılmazı çekici bulmak, elde etmek için çabalamak zorunda olunana yönelmek, hırslarımızın kölesi haline gelip sonra buna aşk/hoşlantı adını vermek ne kadar mantıklı? Aşkın doğasında elbette yüceltmek, kendinden parçalar eklemek ve bir illüzyon yaratmak vardır. Fakat, elde edilmesi zor olanın peşinden koşmak gereksiz egosal bir savaştan fazlası değildir.

Kime neyi kanıtlamaya çalışıyoruz ki? İş hayatımızda hedeflerimize ulaşmak için bu psikoloji içine girmeye mecburuz belki ama sevgi, aşk gibi saf duyguları buna alet etmek hiç de hoş gelmiyor kulağa.

İki yanlış var bu işte, herkesin etkilendiği ama kimsenin elde edemediği imajını veren birini kazanma isteğinin altında yatan iki kocaman yanlış.

İlki kendimize duymamız gereken inancı, gereksiz bir hırsla donatarak başkasına odaklamak. Birey, kendine gereken değeri vermediği, hayatının merceğine kendisini yerleştirmediği sürece bu boşluğu doldurmak için kendisine değerli olduğunu hissettirecek başka şeylerde/kişilerde çare bulmaya çalışır. Ki genelde bu çabanın karşılığını hiçbir zaman alamıyoruz, aksine özgüvenimizi ve kendimize saygımızı yitiriyoruz. Kısaca hırslarımızın kurbanı oluyoruz.

İkincisi ise diğerini de kapsayan, kendimize ve çevremize kendimizi kanıtlamak zorunda olduğumuz yanılgısı. Eğer fazla talep edilen ama elde edilmesi zor olanın bizim olmasını sağlarsak çevredekilerin imrenmesine neden olup, kendimize başarabildiğimizi ispatlamış oluyoruz. Ne büyük bir yanılgı, asıl kayıp başkalarının bizim hakkımızdaki düşüncelerini bizi yönlendiren tekerlerin başına yerleştirmemizle başlıyor. Hayatımızdaki hiç kimseye onlardan farklı ya da üstün olduğumuzu kanıtlamak gibi bir görevimiz yok oysa ki. Asıl farklılık benzerlikleri kabul etmekle başlar. Kendimizi sevip olduğumuz gibi kabul etmediğimiz sürece hiçbir şeyden tatmin olmayı başarmamız mümkün değil.

Varmak istediğim nokta şu. Aşkta oyun, hile, kazanan, kaybeden yoktur. Daha iyisi daha kötüsü de yoktur. Aşk bir kumardır, ya vardır ya yoktur. Garip bir kesinliği vardır. Hırsla çok fazla karıştırıyoruz aşkı. Aşk en iyiyi bulma değil, beklenmedikten en iyiyi yaratmaktır. Güzel yanı sizin aşık olunanı gördüğünüz haliyle başkasınınkinin çok farklı olmasıdır. Özel yapan budur onu. Herkesin hayranlık beslediğine, ulaşmak istediğine duyulan şey hırstır. Elde etme arzusudur. Asla aşk değildir. Bundandır aşkın gözünün kör oluşu zaten, bilinmeze duyulan açıklanamaz hislerin sürecidir aşk.

Aşık olun, sevin, içinizden geldiği gibi davranın. Karşılık görüp göremeyeceğiniz karşınızdakinin özgür iradesiyle alakalıdır. İlgisizliğe aldanıp da onu kovalayıp sonra da adına aşk demeyin ama. Yapmayın bunu.

16 Aralık 2011 Cuma

Within You, Without You

Hatırlamak. Hep gariptir hatırlamak. Aradığın hiçbir şeyi bulamadığın için dağınık çekmeceleri toplamaya benzer. İçindekileri çıkardıkça, boşalttıkça çekmeceyi, dokundukça içindekilere, önce duygularını anımsarsın. Bulduğun kağıtların senin aklına getirdiklerini canlandırırsın aklında. İmgelerden yola çıkarak bütün bir anıya gidersin. His önce kalbine dokunur, eğer dokunmazsa hatırlamazsın da zaten.

Hatırlayabilmek için unutmamak gerekir, sadece çekmecenin içine koymak, varlığını aklının bir köşesine yazmak gerekir ki, bir şekilde elini attığında dokunduğun şey hatırına gelsin. Kodluyoruz aslında garip bi şekilde beynimize bazı şeyleri. Bazen duyduğun bir cümle, bazen bir fotoğraf, ya da bir küçük eşya, bir resim, bir sokak, bir tabela, koku ya da. Herhangi bir imge kodladıklarımıza geri götürüyor bizi.

Hatırladım ben de. Çekmeceleri karıştırırken. Bir an bir sıcaklık hissettim kalbimde. Bir an bizi izledim aklımda. Bir an seni gördüm sadece. Kendime bakamadım, ama hayal ettim karşındaki çaresizliğimi ve aynı anda verdiğin garip huzuru bana. Sonra gözlerimin buğulandığını hissettim. Kapadım hemen çekmeceyi elimdekini bırakıp. Elini bırakmak gibi bir şeydi, ürperdim. Soğudu hemen kalbim. Üşüdüm biraz. Ovuşturdum gözlerimi. Sonra geçti.

Hatırladım. O anı yeniden yaşadık, senden habersiz. Sonra da kapandı çekmece. Önce bir siluet oldun, sonra da buharlaşıp gittin. Anladım. Unutmamışım, çünkü hissetmişim ben seni. Hemen kapattım o yüzden, ışık almasın diye çekmece. Sustum. Sildim de gözlerimi. Açmıyorum o çekmeceyi artık.


Dinleyebilirsiniz,

9 Aralık 2011 Cuma

Sadece Arkadaşız!

Sabah F.book'ta herkes paylaşmış, ben de izledim ''Why men&woman can't be friends'' adlı sevimli videoyu. Şimdi kendi fikirlerimi yazmak istiyorum çünkü gerçekten çok üstünde konuşulası, eğlenceli ve asla eskimeyen bir konu bu.

Kız ve Erkek, cinsel hiçbir şey söz konusu olmadan arkadaş olabilir mi?

Bu sorunun cevabı hem evet hem hayır.

Şu gerçek yadsınamaz ki, bir erkek genelde cinsel olarak çekici bulmadığı bir kadınla arkadaşlık kurmaz. Arkadaşı olan kadınla hiçbir zaman bir şey yaşamasalar bile onu cinsel olarak çekici bulmaya devam edebilir. Bunun illa hoşlantı olması ya da sevgi boyutuna geçmesi gerekmez, o biraz da o zamanki koşullara bağlı ve çok detaylı ele alınması gereken bir hikaye.

Kızlara gelince, en inkar edenimiz bile içten içe hak verecektir ki, bir kız her zaman çevresindeki her erkek tarafından arzu edilmek ister. Dolayısıyla kendisini cinsel olarak istemeyecek bir erkekle zaten arkadaş olmak istemez. Hep 'gay kanka' nın mükemmelliklerini anlatsa bile bir kadın, arkadaşı olan erkeğin, erkek gözüyle onu güzel bulduğunu ve beğendiğini hissetmekten çok hoşlanır.

Burda gizli anlaşma devreye giriyor. Kızlar beğenilmekten erkekler de beğendikleri kızın çevresinde olmaktan hoşlandığına göre, kız ve erkek kesinlikle arkadaş olabilir, olmalıdır da. Ama unuttuğumuz bir nokta var, zaten iki cins de kendi hemcinsleriyle olan arkadaşlıkları tarzı bir arkadaşlık istemezler hiç bir zaman karşı cinsle ilişkilerinde.

Kız muhabbeti döndüğünde anlayış gösterip yorum yapabilen erkek çekicidir, PES oynayan kız da ama şunu kabul edelim, aslında içten içe kız kıza ya da erkek erkeğe yapılır diye andığımız şeyleri karşı cinsle çok da paylaşmak istemiyoruz. Çünkü iki arkadaşlık arasında oldukça fark var. Olması da gayet normal, kadın ve erkek adı üstünde FARKLI iki cins.

Bu gizli anlaşma haricinde, karşı cinsten biriyle arkadaştan da öte olma, kanka/dost/kardeş olma diye bir şey söz konusu olabilir mi?

Bence, ancak bazı koşullar sağlandığında mümkün bu. Bu koşullar aranızda bir şey olmasına engel herhangi bir durum olarak özetlenebilir. Örnek vermek gerekirse, ideal kanka, arkadaşınızın sevgilisi, ya da sevgilinizin arkadaşlarıdır. Arkadaşlık ilişkisi zaten başka hiçbir ihtimal olmadığından dolayı başladığından sağlam dostluklar çok rahat kurulabilir.

Ne olursa olsun, kız-erkek arkadaşlığı her zaman daha ilgi çekicidir. İki taraf da bilmediği cinsi keşfetmekten hoşlanacağı için bu ilişkiler çok daha heyecanlı ve merak uyandırıcıdır. Dolayısıyla, kız ve erkek arkadaş olabilir ama kız-kız, erkek-erkek arkadaşlığından her zaman daha farklı ve özel bir arkadaşlıktır bu. Hoştur, güzeldir.

Henüz izlememiş olanlar için bahsettiğim video,




6 Aralık 2011 Salı

Haberin Yok Ölüyorum!

O beni kaybederken ben de onun olduğunu düşündüğüm adamla mutlu olma ihtimalini kaybettim.
O beni kırdığının farkına dahi varmazken ben onun aklımdaki imgelere ait olmadığını fark ettim.
O bensizliğe bilinçsizce adımını atarken ben de onu anılarımda son kez seyrettim.

Sevdiğim bir adam vardı, ben itiraf edemeden gitti. Sevdiğim bir adam, yokmuşcasına vardı aslında. Olduğu gibi görünmedi, ben de göründüğü gibi çizdim onu aklımda. Beynimde resmedilen adamı sevdim. Gün geldi, aklımdaki resmiyle o adamın gerçek görüntüsü uyuşmadılar. Ve o adam ölüp gitti.

O an inandım işte, yaşayan ölülerin varlığına. Yaşıyordu elbet. Basıyordu ayakları yere ve eskisi gibiydi, bakışları, kokusu, tavırları ve sesi. Ölmüştü ama aklımda, bir anda. Silinmişti yavaşça, çünkü varlığını tanımladığım şekline yakışmamıştı davranışları. Yaşıyordu, ama ölmüştü de aynı zamanda. Üstelik aklımda öldüğünden haberi bile olmadan.

Sonra, sıfatsızlaştı. O'ydu başta. Sonra kötü imgeler çağrıştıran adıyla anılır oldu. Eskidi adı, zamanla sadece beynimin ücra köşelerinde mezartaşı bile olmayan biri oldu. En yakından tanıdığın insan bir gün yabancı olur mu? O bunu başardı. Üstelik artık bir yabancı olduğundan bile haberi yoktu.


Şarkımız da geliyor;



29 Kasım 2011 Salı

Zemini Meçhul Bir Yer

Umudu öldürmeye kıyamadılar. Ayaz bedenlerine değil ruhlarına vuruyordu. Söndürmeye korktular umudun bitmeye yaklaşan mumunu.

Umudu öldürmeye kıyamadılar. Göz aklarına kan kırmızı damarlar çizen yaşlarda bile sakladılar damla damla belkilerini, acabalarını.

Umudu öldürmeye kıyamadılar. Sözlerindeki yalanlar gözlerine değemedi. Bakışmaktan kaçsalar bile kalpleri kaçamayacak kadar içlerine işlemişti.

Umudu öldürmeye kıyamadılar. Öfkesinin çığlıklarıyla gururunu besledi kız, sessizliğe döndüğünde ise sustuklarıyla başbaşa kaldı. Isınmak için umudun mumunu yaktı. Tereddütlü ama kararlı.

Umudu öldürmeye kıyamadılar. Tepkisizliği seçti oğlan, hayal kırıklığını parça parça bölüp kaburgalarının arasına kafesledi. İçinin daraldığını hissetti. Canı yandı ama cümleleri umarsızdı.

Umudu öldürmeye kıyamadılar. Kız hançeriyle yaklaştı, titredi elleri, geriye döndü adımları, onu uzaklaştırdı. Erkek meşaleye davrandı, ateşten gözleri acıdı, denedi, direndi bir müddet ama yapamadı.

Umudu öldürmeye kıyamadılar. Pişmandı kız, erkek ise inatçı. Yorgundular. İçlerindeki gerçekliği susturup, dışa vurdular yalanı. Suskundular hep, ve artık yalancı. Üstelik kendileriydi kandırdıkları.


Not: Her Zaman Kaybettik Sen ve Ben 'in devamı olduğu doğrudur.

Ben olsam dinlerdim;


27 Kasım 2011 Pazar

Güne Kahveyle Başladım

Benim düşünselim şarkılar. Anılarımı şarkılara hapsediyorum. Sonra onları dinleyip anılarımı hatırlıyorum.

İlhamım da şarkılar aslında. Melodilerden kelimeler, kelimelerden cümleler kuruyorum. Bazen de sözlerin aklımda uyandırdığı imgelere öyküler yazıyorum. Hikaye karakterleri yaratıyorum kafamda, bir süre kendi hayatımı bırakıp onlar oluyorum.

Onların hislerini yaşayıp, onların cümlelerini kuruyorum. Her duyguyu tadabiliyorum böylece, hissetsem de hissetmesem de. Yarattığım karakterler ve kurguladığım öykülerde yaşıyorum.

İşin ilginci ise, çoğu zaman daha güzel kurgularda yaşamak, gerçekten daha yaşanası. En azından hissedilen acının dozunun kontrolü sende hala. Mutsuz sonlar bile can yakmaz kurgularda.

Tıklayın buna Bu şarkıda bi anım var ve anlatacağım bu sefer, (entersan bir şey beklemeyin çok sıradan)
'teoman konseri, hacettepe. aşıktım ben o zamanlar bi adama. bir yıldan fazla oluyor. şimdi o insanla görüşmüyorum da pek. umrumda da değil, aşk böyledir, söndü mü bi kere, küllerinden imkansız bir daha doğamaz. herneyse, birbirimize şarkı seçiyorduk 2 kız arkadaşımla. zaten o kadar komikti ki, 3ümüz de aynı tayfadan elemanlardan hoşlanıyorduk. hoşlanma demeyelim de ben fazlasıyla aşıktım çünkü. evet körkütük. bana da bu şarkıyı uygun görmüşlerdi. sizi anlatıyor demişlerdi. doğruymuş da fark ediyorum şimdi, en azından birkaç cümle tutuyor ya işte o bile yetmiş bana. o zamandan beri ne zaman dinlesem o anı tekrar yaşıyorum. düşünselim olan bildiğim şarkıları koyduğum gümüş kaba bu şarkı da böyle girmiş oldu böylece.'

24 Kasım 2011 Perşembe

Şair Beni Kıskanır!

Seversen şair, sevilirsen şiir olursun.

Şairin adı hatırlanır. Mısralarda anlatılan okuyana göre isim değiştirir daima.

Şairsen seversin, sevdikçe de ürün verirsin. Sevilmekten üstün tutarsın sevmeyi, sevdiğinden çok sevgine değer verirsin. Sevginin hatrına sevileni yüceltirsin ve birkaç kelimeden oluşan ahenk dolu mısralara onu esir edersin.

Şiirsen sevilirsin, sevildikçe değerlenirsin. Sevilmenin küstah bencilliği vardır üzerinde, doyumsuzsundur. Kelimeleri usta parmaklardan hışımla çekerek katarsın koleksiyonuna. Sevilmeyi sever, dans edersin satırlarının ahengi vurdukça dudaklara.

Okuyucuysan aynaya bakmak için okursun şiiri, bulanık göstereni sevmezsin, kendi gözlerindeki netliği vurgulayandan etkilenirsin. Şiire hayran olup şairi takdir edersin, sonra kabullenirsin, şair şiiri sen okumasan da şair, ama şiir şair olmadan var değil.

Ve yalnızca tek bir koşulda, sevginin en yüce duygu olduğunun kabulünde olduğunda seversin bir şiiri. Çünkü her şiirin temel malzemesi, anasıdır sevgi.


Şiir deyince saygı duyduğum şairlerden Atilla İlhan'ın çok sevdiğim şiirinin şarkı hali,


Yaşar - 5 Dakika Bekle Git

23 Kasım 2011 Çarşamba

Şarkılarda Düşünmek

Bazı şarkılar var. Aklımda, kalbimde, kocaman bir yer verdiğim. Melodileri, ritimleri ve sözleriyle hayatıma, duygu durumuma hükmeden. Dinlediğimde belirli duyguların içime işlemesini sağlayan, kimi zaman bir şeyler hatırlatan, kimi zaman hayal kurduran, kimi zaman sorgulatan.

Bazı şarkılar var. Diğerlerinden ayrı. Benim hissettiklerimi sadece bana hissettirdiğine emin olduğum. İçinde kendime dair bir şeyler bulduğum. Sevdiğim şarkılar değil, aşık olduklarım. O yüzden de sevgilim gibi sevdiğim. Sahiplendiğim, bağlandığım, kıskandığım, koruduğum, özlediğim, bırakamadığım.

Sırası karışık, aklıma geldikçe yazdım sıralayamadım ki zaten sıraya koymam imkansız, hepsinin yeri çok ayrıdır bende. Bi de kesin unuttuklarım var mutlaka. Ekleyeceğim eksikleri fark ettikçe.



Bi de değiştirmeye üşendim de
Bat For Lashes - Daniel olcak o :)


16 Kasım 2011 Çarşamba

Her Zaman Kaybettik Sen ve Ben

Konuşacak bir şey kalmadı. Fazla uzun sustular birlikte. Akıllarında dillendirdikleri cümlelerin trafiği o kadar yoğundu ki. Dudaklarına ulaşamadan duyguları tattı ölümü. Kocaman bir çarpışmaydı. Oysa ses bile çıkmadı.

Konuşacak bir şey kalmadı. Kızın içinde ölü bir sevda, erkeğin ise gururuna sarıp boğarak öldürdüğü bir aşk kaldı. Yaşanmamışlıkların kefenine sarılı bir aşk. Cinayet için ikisi de suçu üzerine almadı. İnkar birlikte susmak kadar kolaydı.

Konuşacak bir şey kalmadı. Öyle ki bir daha birlikte sessiz bile kalamadılar. Birlikte olmaları susma nedenlerine bağlıydı. Bunu fark ettiklerinde ise bunca süre görmezden geldikleri zamanı küstürmüşlerdi çoktan. Zaman büyüsünü alıp kaçtı.

Konuşacak bir şey kalmadı. Acıklı olan ise konuşacak bir şey kalmadığını bile birbirlerine itiraf edemeyecek kadar uzak olmalarıydı. Kız çekingendi, erkek korkak. Sustular. Bu sefer ayrı ayrı.

Not: 'Sözler Kimin Umrunda' nın devamı gibi olduğu doğrudur.


Okuduktan sonra tam olarak canınız bunu çekebilir, klip de izlenmeye değer.

15 Kasım 2011 Salı

Gözlerinin İçine Başka Hayal Girmesin!

İnsan her içinde bulunduğu an farklıdır bir an öncesinden. Yeni bir fikir, yeni bir duygu belirdiği an kafasında, başkadır artık o kişi, başkalaşmıştır.

Anları denk getirebildiğinde iki insan, mutlu olurlar. Mutluluğun anlık olmasının sırrı burda. O anki ben'le o anki sen aynı duyguları paylaştıklarında ortaya çıkan enerjinin önünde hiçbir önyargı, korku, şüphe durmaz, duramaz.

Bakışlardır hafızamıza en çok kazınan, gerisi hafif detaylardır, bakışların kesiştiği anda arka plan anı aklımıza kazımak için diğer duyuların da etkisini ortaya çıkarır. Koku, sesler, görüntü. Ama iki benliğin kesişmesini sağlayan en önemli noktadır bakışlar. Gözler kişinin aynasıdır. Akıldan geçenlerin, o anki benliğin dışa vurum noktası, beynin en görünür, dışla bağlantı kuran parçasıdır gözler.

O yüzden birinin gözünün içine bakarak konuşmak, o ışıltıların birlikteliğini sağlamak iki insanın birbirini hissetmesini sağlar. Gözlerin birbirine dokunması iki tenin temasından çok daha değerlidir. Bakışları okumak, dudakları okumaktan çok daha anlamlıdır, dudaklar yalan söyler, gözler söyleyemez, beceremezler.

İçe işleyen bakışlardır, sarılan, öpüşen, sevişen, konuşan, anlaşan onlardır. Özlenen bakışlardır, anlatılan bakışlardır, sevilen bakışlardır, aşık olunan bakışlardır. Akıl ruhu temsil eder, gözlerde hayat bulur, ruhları birbirine düğümleyen bundan dolayı bakışlardır. İki kişi arasında kalan tek sır gözlerin paylaştığıdır.

Ne de güzeldir üstelik, aşık olunanın, sevilenin gözlerine bırakmak kendini. O gönüllü teslimiyet. Bakışlarının parmaklıklarına hapsolmak. Saklanan duyguları gözlerden ele verir olmak.


Size bugün bu şarkıyı ithaf ediyorum,


13 Kasım 2011 Pazar

No Speech!

Rahatlayamazsın bazen. Huzurlu hissedemezsin. Kafan ağırdır, ne boşaltabilirsin ne de taşıyabilirsin, kaldırabilirsin. Hiçbir şey yapmak istemezsin. İçinden gelmez çünkü, içindeki sıkıntıya sebep veren düşüncelerden kaçamazsın. Aklınla mantığınla değil de kalbinle düşünürsün. Sadece beyniyle düşünmez insan çünkü. Öyle çarpar ki bazen kalbin, ritimlerini sayarken sana kendini anlatırken bulursun onu.

Konuşamazsın da kimseyle. Kendinle bile konuşmanın etki etmediği o an, kiminle konuşabilirsin ki? Başkasına dair hissettiklerin, o bilmediği sürece ruhuna kabus gibi çöker. Anlaşılmak istersin, onun tarafından ama anlatamazsın kendini, sustukça kılçık gibi saplanır boğazına anlatılmayanlar, bütün acı hafifçe yayılır heryerine ve sen kıpırdayamazsın bile. Yutkundukça nefret edersin boğazına batan o kılçıklardan, nefes almak bile istemezsin bir müddet sonra.

Korkarsın, kaybetmekten korkarsın. Biri alıp götürecek, onun senin kalbine yaptıklarını ona yapacak diye ödün kopar. O sana ait değildir elbette, ama bir parçasını kendine bulayıp içine saklamışsındır, onun kalbinin uzak olması çekilir dert değildir ki. Kıskanırsın o yüzden. Onun aklına girme tehlikesi gördüğün herkesi. Güzel, çirkin, aptal, zeki fark etmez. Senin ona hissettiğini başkasının da ona duyması sanki sıradanlaştırır senin duygularını gibi bi hisse kapılır hepten delirirsin. Hiç de bir şey yapamayacağını da bilirsin üstelik. Tasma takıp onun yüreğini kendine kenetleyecek halin yok ya. Kanatları var onun da, uçup giderse seyredersin uzaklaşıp küçülmesini anca.

Bazen ellerini uzatmak istersin, ulaşmak ona. Ve o kadar zordur ki, onun sıradan bir şekilde, koşullar yüzünden bile, olmaz demesi, yanında olma isteğini geri çevirmesi, çok farklıdır. Bir anda aydınlık olan hava kararır. Az önce içinde huzur bulduğun mekan çirkinleşir. Bulunduğun durum rezalettir artık, zaman anlamsızca akıp geçecektir. O yoktur, gelmeyecektir ne de olsa. Onun eksikliğini ne tamamlayıp seni mutlu edebilir ki? Çağırdığında gelmemesindense, bırak hiç çağırma ki o anla yüzleşmek zorunda kalma dersin. Kaçarsın işte. Korkuyorsundur ne de olsa.

Bir şarkı tutarsın, onu dinler düşünürsün, canını yakarsın gereksiz yere. Öyle ki onu düşünürken sanki yanındaymış hissi bile heyecanlandırdığından seni, acıdan bile keyif alabilecek hale gelirsin. Seni çok kolay üzdüğü gibi, çok kolay mutlu da edebilir üstelik, tek bir cümlesi, bir adımı sana doğru, içini ısıtır, ne kadar ayaz olursa olsun hava, sıcak basar sana. Yaptığı sıradan bir şey bile olsa, sırf o yaptığı için özeldir, sevmediğin bir şey bile söylese sana, o söylediği için hoşlanırsın, hatta seversin. Onun ses tonuyla söylenen her cümle inci gibi değerlidir senin için. Ona ait olduğunu bildiğin her şey büyüleyicidir, sevilesidir. En az onun kadar.

Delirirsin. Gururunla aşkın kavga eder dururlar, kendine engel olursun. Susarsın, beklersin, delirirsin beklerken, onun da öyle olmasını dilersin içten içe, önemli olduğunu hissettirebilecek tek kişidir belki de sana. Ama yapmaz işte. Susar. Senin içine işleyen canını yakan o buz gibi havadaki çırılçıplak halin onda yoktur. Yanarsın, kanarsın, ağlarsın, bazen göz yaşı bile akıtamazsın. Dışardan gayet sağlam dururken içinin kan revan içinde olması ne yaman bir çelişkidir öyle. Susarsın ama. Onunla aklında saatlerce konuşup yüzüne susarsın. Hatta o her hareketini ezberlediğin gözlerine bile bakmazsın. Bakmana gerek mi var sanki. Aklına kaç kere kazımışsın. Bilmez ama o. Susarsın. İçini kanatarak, gülümser ve susarsın işte.


Buyursunlar;

Cemiyette Pişiyorum - Senden Sonra Ben



Sözler Kimin Umrunda?

Birlikte sustular. Konuşacak çok şeyleri olduğu için dökülmedi kelimeler, yutkundukça düğümlendi boğazlarında.

Birlikte sustular, ayazda yürürken. Bakışmadılar bile. Oysa ikisi de görüyordu birbirini. Kalplerine bakmaları yeterliydi.

Birlikte sustular, ayazda yürüyüp ısınmak için en yakın mekana yönelirken. Temas etmedi tenleri. Soğuk yeteri kadar titretiyordu zaten içlerini.

Birlikte sustular, ayazdan kurtulup mekana adım attıklarında. Kız otururken de sustular, oğlan kızın oturması için sandalyesini çekerken de.

Birlikte sustular. Aslında susmuyorlardı, birlikte sessiz kalıyorlardı. Aynı sözcükler akıllarında uçuşurken dillendirmeye korkuyorlardı.

Birlikte sustular. Kız çekingendi, erkek korkak. Kız havalı tavırlarının arkasına sığınıyordu, oğlan kızın duvarlarını yıktığı an enkazın altında kalmaktan kaçıyordu.

Birlikte sustular. Kahvelerini yudumlarken düğümlenmiş sözcüklerini daha da derinlere gömdüler. Midesi kasıldı kızın. Kalbini yaktı kahve erkeğin.

Birlikte sustular. Sohbet ettiler saatlerce, ama hisleri suskun olduğu sürece, aslında, tek bir kelime bile konuşmadılar.


Bütün gün dinledim, hatta birkaç aydır en çok dinlediğim şarkı kendileri.

3 Kasım 2011 Perşembe

Bana Göre Değildi.

Hiçbir şey yapmadı.
Elini saçlarında gezdirdi öylece.
Dalgındı biraz, düşünceli,
Saçlarına uğrayan parmakları
Beynindeki hareketli düşünceleri
Tarayıp geçtiler, kayıtsızdı elleri.

Hiçbir şey yapmadı.
Düşünceli bakışlarını usulca
Benden uzağa dikmekten başka.
Derindi biraz düşünceleri
Ve sanki biraz bulanmıştı beyni.

Hiçbir şey yapmadı.
Kafasını hafifçe sola eğmişti
Elleri saçlarına gittiğinde.
Göğüs kafesinin sol tarafını
İşgal eden organına dairdi sanki
Dipsiz düşünceleri.

Hiçbir şey yapmadı.
Dudakları sessizdi, kelimeleri kilitli.
Havanın ayazında hafif kurumuş, çatlamıştı
Masaya ritmik ve bilinçsizce vurduğu sağ eli.

Hiçbir şey yapmadı.
Ben de beklemedim zaten.
Gözlerim göreve konsantreydi
Benim yaptığım tek şey onu izlemekti.

Hiçbir şey yapmadı.
Yapmasını beklemek ne haddimeydi ki zaten.
Onun kendine özgü olduğu tek anı
Düşünceliliğini bozmak
Bana göre değildi.

2 Kasım 2011 Çarşamba

I'll send an SOS to the world!

İnsan, hayatı boyunca asla hiçbir şeyden tatmin olmayacak yegane varlık. Hayatımı incelediğimde gördüğüm tek şey bu.

Hayatımın hiçbir döneminde bulunduğum durum huzurlu hissetmemi sağlayamadı. Hep bir sebep buldum üzülebilecek. Ya aşk hayatı, ya okul, ya arkadaşlıklar, az da olsa aile. Mutluluk bir süreç değildir, anlıktır mutluluklar ama huzur kalıcıdır, ama insan doğası gereği karamsardır, hep en kötüsünü düşünür iyi giden şeyleri görmez yokluğuyla tanışana kadar, hep eksik ne görüyorsa ona takılıp içindeki aydınlığı gölgeler. Hüzne aşığız aslında hepimiz. İtiraf edebilenimiz çok az.

Benim durumum biraz daha can sıkıcı. Bu tespiti yapıp da kendini değiştirmek için yeteri kadar çaba harcamamam da aptallıktan başka bir şey değil. Evet. Aptallık.

Hayatımda kötü giden bir kısmı gözüme kestirdiğim an, yolunda giden ne varsa onları da mahvetmeye, tek bir detaya takılıp bütünü bozmaya başlıyorum. Pire için yorgan yakmak tam olarak yaptığım şey. Bunu değiştirmeyi deneyerek daha da strese girdiğim için iyice içinden çıkamayıp sonra da kendime çok kızıp mutsuz oluyorum.

Mutsuzluğun bir süreç halinde ilerlemesi ama mutluluğun anlık olması kadar da saçma bir şey yok. Ama resmen öyle işte. İnsanlarla konuşmak, dertleşmek de bir yere kadar yeterli geliyor insana. Zaten aslında kimse kimsenin her zaman yanında değil, ve o beklediklerimizin yanımızda olmadığı zamanlar kendimizle tam olarak yüzleştiğimiz ve bizi çok da rahatsız eden anlara denk geliyor zaten.

Ben artık kendimi insanlara anlatamadığımı düşünmeye başladım. Beni en iyi anlayan şeyin şarkılar olması düşündürücü. Daha 20 yaşındayken bunu demek de mantıksız olsa da ruhum çok yorgun gibi hissedip daralıyorum. Hayata dair beklentimi arttırdıkça mutlu olmamın önüne büyük engeller dikiyorum.

Eskiden olsa beni mutlu edecek olaylar artık olması gereken buydu diye düşünmemi sağladığı için hiçbir şey ifade etmez oldu. Ne nankörüz, kaybedince anlıyoruz her şeyin değerini. HER ŞEYİN hem de. Kendimle ilgili yüzleşmem gereken çok şey var ama bu yüzleşmeyi yapacak gücüm de olmadığı için kaçıyorum sürekli. Yalnızlığımı ortadan kaldırmak için sürekli yanımda başkalarının olmasını onlarının sorunlarını dinleyip kendimi düşünmemek istiyorum. En yalancı kaçış yöntemi. İnsan kendinden nereye kadar kaçabilir ki? Sonra aynaya nasıl bakabilir peki?

Bu arada, yeryüzündeki en felaket duygu pişmanlık. Keşke kadar can yakan başka hiçbir kelime yok. Eminim buna.


- Bu şarkıyı belirli aralıklarla özlüyorum.


30 Ekim 2011 Pazar

Gel Tanışalım Önce!

Bir insanı kendi istediğin gibi tanırsın, sana aksini kanıtladığında ise kafanda bağdaştıramamanın hıncını ondan çıkarırsın.

Önyargıları yıkmak zordur derler. Çok da yanlış değil, her insanı ilk gördüğünüzde önce aklınızda onu sıfatlandırmaya bir kalıba oturtmaya çalışırsınız. Genelde ilk izleniminiz hep yanlış çıkar, burdaki etkili faktör de tecrübedir, daha çok insan tanıdıkça yanılma oranınız azalır. O oranı azaltacak tecrübeye erecek yaşta değiliz çoğumuz bu da bir gerçek. İstisnalardan bahsetmiyorum, genel konuşuyorum.

Karşınızdakinin davranışları ve olaylara tepkileri, size tavırları bir fikir sahibi olmanızı sağlar. Her hareketinin tekrarlanma sayısına göre karakteri hakkında tanımlar yapabilir hale gelirsiniz. Bir de kendiyle ilgili söyledikleri var tabi. Bu nokta önemli, bir insan kendini anlattığında onu tanımak çok imkanlı değil. Bir laf vardır, ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz diye. Doğru.

Sözlerden değil, somut hal ve hareketlerinden tanımaya çalışmak lazım bir insanı. Bunun için de iyi bir gözlemci olmak. Gözlemlediği davranışın altında yatanı da iyi tanımlayabilmek, kavrayabilmek. Yani oldukça zor bir iş bir insan hakkında fikir sahibi olmak. Bu konuda ne yazık ki beynimiz illüzyonlara açıktır. Kendi hayatına objektif bakamayan insan istediği gibi karşısındakinin davranışlarını farklı biçimlerde yorumlayıp çok yanlış düşüncelere kapılabilir.

'Seni iyi tanıyorum' ne zor bir cümledir aslında. Benim düşünceme göre, kimse kimseyi tam olarak tanıyamaz. Birincisi, karşındaki insan sana kendini farklı tanıtabilir, ki bunu hepimiz yaparız, olduğumuz gibi kendimizi yansıtmamıza duygular, fikirler, aynen karşımızdaki gibi önyargılar, savunma mekanizması, bir de egosal savaşlarımız engel olabilir. İkinci olarak da karşımızdaki hiç bir zaman tam anlamıyla objektif bir gözlemci olmayacak, kendi bakış açısına göre bizi aklında şekillendirecektir. Aynen bizim yapacağımız gibi.

İşin özü şu; bir insanın nasıl biri olduğuna dair fikriniz her zaman subjektiftir. Objektif bakmak için duyguları devre dışı bırakmanız ve kalıplaşmış düşünce tarzınızı bir kenara bırakmanız gerekir. Bunun da çok zor olmasından dolayı hep karşımızdaki bizim için bir yanılgıdır. Bu yüzden çevremizden fikir alma ihtiyacı duyarız ki hiçbir tavsiye bir diğeriyle bağdaşmaz.

Bir insanı tam anlamıyla tanımak, çözmek, mümkün değildir diyemem ama çok çok ince bir iştir. Peki kim bu kadar ince eleyip sık dokumaya değer? Belki de kimse. Hatta muhtemelen kimse, hiçkimse.

Şunu da dinleyelim/izleyelim o zaman;


29 Ekim 2011 Cumartesi

The Time Is Now!

Her şeyin bir zamanı vardır. Geç kalınması ne kadar kötüyse erken davranmak da her zaman kötüdür aslında. Ne geç kalmalısın, ne erken varmalısın. Tam zamanında yapmalısın her şeyi. Gereken anda gereken yerde bulunmalısın, gereken anda harekete geçmelisin.

Doğru anı beklemek belki de en büyük işkencelerden biridir. Peki doğru an nasıl bilinebilir? Bir şeyi tam da zamanında yapmak çok zor değil mi? Bence öyle bir şey yok.

O kadar çok duydum ki 'Şimdi sırası değil', 'Onun da zamanı gelecek', 'Çok geç artık her şey için' cümlelerini, artık bana bir şey ifade etmiyorlar açıkçası. 'Şimdi tam zamanı!' diyebildiğim hiç olmadığı içindir belki de. Ben her şeyi içimden geldiği an yaparım, yapamazsam da bir daha da yapmam zaten, unutulur giderler.

Nerden biliyoruz peki sırası olmadığını, zamanının gelmediğini, daha erken olduğunu ya da çok geç kalındığını? Nedir ki bu içimizden geleni gerçekleştirmekteki zamanın parametreleri? İnanın tek bir açıklama dahi bulamıyorum. Nasıl karar verdiğimize dair de en ufak bir fikrim bile yok.

Dolayısıyla anlayamadığım başka kavramlar ortaya çıkıyor.

Yanlış zamanda gelen doğru insan. Doğru bir insan diyebileceğiniz biri karşınıza çıktıysa, yanlış zamanda gelmiş olamaz ki. Sonuçta sizin o anki bulunduğunuz hal için doğruysa o insan nasıl yanlış bir zaman seçmiş olabilir ki karşınıza çıkmak için. Erken ya da geç bir zaman seçseydi gelmek için zaten size uyum sağlayamaz, dikkatinizi çekmezdi. Farkında olmasanız da zamanın en büyük özelliği sizi sürekli değiştirip başkalaştırmasıdır. Birinden gerçekten hoşlanıyorsanız, zaman ortaya konabilecek en saçma bahanedir. Neresi yanlış ki zamanın? Eğer aklınıza biri güneş gibi doğmayı içinizi ısıtmayı başarıyorsa hangi bahane ona ulaşmaya çalışmanızı engelleyecek, zaman mı? Yapmayın. Kendi korkularınızla yüzleşmekten kaçtığınız için suçu yanlış zaman diye bir şey yaratıp ona atmayın.

Doğru zamanda gelen yanlış insan. Doğru zaman burda ilişkiye hazır hissettiğiniz an oluyor ve yanlış insanın geldiğini iddia ediyorsunuz. İnsanları hayatınıza siz soktuğunuza göre, yanlış gördüğünüz kişiyi seçenek dahilinde tutmak bu yanlışın sahibinin siz olduğunuzu gösterir. Yanlış insan zaten yoktur sizin için. Varlığı sizi ilgilendirmediği için hiç bir zaman da olmayacaktır. Ego tatmini için aslında etkilenmediğiniz bir insanın etkisini üzerinizde tutmaya çalışmak zaten sizin yanlışınızdır, o insanı suçlamayın.

Uygun zamanı beklemek. Kendini hazır hissetmek. Aslında bu 'zaman' dediğimiz şeyin altında yatan tek şey kendi korkularımızı baskılama süremizden başka bir şey değil. Bu da vakit kaybından başka bir şey değil zaten. İçinizden geleni, korkularınız, gereksiz kuruntu ve önyargılarınız yüzünden sindirmeyi bırakıp, yapmaya, eylem haline getirmeye başladığınız an, sizin için her an doğru zamandır.

Kısaca doğru zaman içinizden geleni yaptığınız zamandır. Yanlış zaman ise zorlama yoluyla, isteksizce bir şeyleri ortaya koymaya çalıştığınız zamandır. Yani aslında zamanın doğrusu yanlışı yoktur. İnsanın kendini hazır hissettiği ve hissetmediği anlar vardır. Aklınızı bir konuya ne kadar yoğunlaştırırsanız ayrıntılarda boğularak zamanın içine hapsolur eğriyi doğruyu göremez hale gelir körleşirsiniz. Zamanı da kendinize siper olarak alır, onu sıfatlandırıp olmayan kavramlar yaratırsınız.

Zaman hep aynı şekilde akıp geçiyor. Sağa sola sapmadan, sabit bir biçimde. Onu kalıplara sokmaktan, sizi asla beklemeyecek olan zamanı beklemektense, yapın. Düşünün ve sonrasında yapın. Sadece yapın.

Dinleyelim,

Honeyroot - Where I Belong http://fizy.com/#s/16ow0c

Husky Rescue - City Lights http://fizy.com/#s/16s8ao


27 Ekim 2011 Perşembe

Bir Şarkı Var Aklımda, Söylemesi Ayıp!

Yazarken dinledim, özlemişim;
Kenan Doğulu - Tutamıyorum Zamanı - http://fizy.com/#s/1agmjm

Bir şarkıya aşık olunabilir mi? Peki bir şarkıyı sevdiği için bir insan durup dururken sevilebilir mi? Sevdiğin insan bir şarkıyı seviyor diye mi o şarkıdan etkilenirsin, o dinlediği için o şarkının içine ondan parçalar saklayıp gül kurutur gibi arasında anılarınızı kurumaya bırakırsın yoksa şarkının derinliklerinde sana verdiği hissin aynı olması mı senin gözünde o kişiyi özelleştirir?

Hepimizin içinde barınan bir hayal vardır bir de hani. Bize ithafen yazılan bir şarkı olması. Aslında çok da gerekli değil, çoğumuz da o kadar 'şanslı' olmayacağız belki hayatımız boyunca. Olmamız gerekli değil, çünkü onunla dinlenilen, onun aklına seni getiren, sana onu anımsatan her şarkı zaten özeldir, senin için vardır.

Şarkılar anların güzelliğini hatırlamamız için varlar, bir de o anı daha da güzelleştirmek için. Kimi zaman onu hatırlama bahanemiz, kimi zaman onsuzluğu kabullenmemize yardımcı bir ses ruhumuza dokunan. Bir fotoğraf karesi bazen, o sahneyi kendi içine hapsederek ölümsüz kılan, her dinlediğimizde o ana dönüp izlememizi sağlayan.

Sanat öznel olarak doğar, evrenselleşir ve doğduğu kişiden koparak başka öznel hikayeleri yönetip onları çok başkaca şekillendirmeye başlar. Büyü dediğimiz şey tam olarak budur. Birine acı veren bir tını bir başkası için mutluluğun melodisi olabilir. Budur müziği evrensel kılan. Sözlerde, notalarda kaybolduğun kendini bulduğun an bestecinin değil bestenin içine hapsolmuşsundur. Besteciye minnettarsındır, ama beste artık senden parçalar taşımaktadır, senin duygularının harmanlarını barındırmaktadır içinde. Renkler gibi biraz, çok nadirdir iki farklı kişinin bir şarkıda aynı şeyi duyması, aynı hislerin tonlamalarını algılaması.

Özel yapan budur bence dinlediğinin aklında birini imgelemesini. Eğer sana onu hatırlatıyorsa ve bir şekilde ona ulaştığında onu da aynı şekilde etkileyebiliyorsa aşkın kanıtıdır belki de şarkılar. Bu yüzden tek bir şarkısı yoktur bir aşkın, birçok şarkı senindir, onundur, ikinizindir, en değerli anlarınızın gizli öznesi, 3. kişisidir şarkılar.

Bir kişiyi sevmeyi bir şarkıyı sevmeye benzetirim ben hep. İlk dinleyişte dikkatini çekmeyi başaran şarkı kulağına her çalındığında daha başka yerlerindeki detayları seni etkiler. Baslar ve ritim kalbine daha farklı vurgular verirken tizlerin ahengi yavaşça içine işler ve farklı hislerini dürter, dalgalandırır. Sevmediğin yerleri bile bütüne ısınmaya başladığın an batmamaya başlar, sözler aklında sahneler kurgulamana sebep olmaya başlar ve kendinden eklediğin parçalarla beste kafanda bambaşka bir şekle bürünür. Aynı bir kişiyi tanıyıp onu olduğu gibi kabullenip aynı zamanda kendinle bağdaştırıp anlamaya çalışman, yakınlık kurman gibi.

Bir şarkı seç şimdi, birkaç kere dinle, içine akmasına izin ver, süzülsün duygularına karışsın, biraz sen olsun, biraz o, biraz başka gelsin tam uymasın sözler sana, ama farklılıklarıyla benimse, gitarı kemandan daha çok hoşuna gitsin, melodisi ritmini sönük bırakıyormuş gibi gelsin, yine de senin mükemmelin olsun o şarkı. Bir şans ver, benzerliklerin yanında duran ufak karşıtlıklar duygularımıza dengeyi getirendir unutma.

Sen yeter ki dinle, kulak ver biraz. Emin ol günün birinde en beklenmedik yerde bir ezgi kulağını öyle delip geçer ki, olur ya ilk görüşte aşka bile inandırabilir seni. Neden olmasın? Zaten tesadüfi karşılaşılan şarkılar her zaman daha çok sevilmez mi? Küçük rastlantısal tanışmaların ruhuna işleyip eskidiğini sıradanlaştığını sandığın romantizmi sana yeniden sevdirebilmesi gibi hani. İtiraf et, okurken bir an gülümsemedin mi?

26 Ekim 2011 Çarşamba

Don't Get Me Wrong

şarkımız bu kez başlığımızla aynı efenim buyrunuz; http://fizy.com/#s/1nmkd5 (Lily Allen - Don't Get Me Wrong)

Hep korktuğunuz başınıza gelir bu hayatta. Çoğu şeye inanmam kolay kolay da buna çok inanıyorum. Neden? Çünkü hep korktuğum başıma geldi, neyin olmasından çok büyük bir çekince duyduysam içimden kendimi rahatlatmaya aksini düşünmeye çalıştıysam da fayda etmedi. 'Korktuğum' peşimi bırakmadı, üzerime üzerime gelip sonunda tepeme çıktı.

En büyük korkularımdan biridir yanlış anlaşılmak. Zaten kendini anlatmak ve anlamak üzerine bir mücadeledir hayat, ve bunu en doğru biçimde yapmanın yollarını arar insan yaşamı boyunca, sanat bile bu nedenle ortaya çıkmışken, anlaşılamamak herkesin bir şekilde korkusudur zaten.

En iyi yazıyla ifade ettiğime inanırım kendimi. Harflerin sözcükler oluşturarak sayfayla buluşmasındaki görsel ahenk benim için duyguların ve düşüncelerin beden bulmuş halidir, ve zaten en çok da yazdıklarımın anlaşılmaması huzursuz eder beni.

Korktuğum hep başıma geldi, gelecek de daha. Yanlış anlaşıldım, ya da yanlış anlattım belki bazen de bilemiyorum ama sözcüklerimin anlamı kaydı, belki sivri olmayan uçları yaydan fırlayıp ok gibi saplandı karşımdakilere. Fikirlerimin ucu yanlış dokundu, bilemem. Belki hayatı gereksiz ciddiye aldığımı hissettirdiğimden insanlara, gereğinden fazla ciddiyet arar oldular sözlerimde, bilemiyorum.

Zordur yazıda anlatmak fikir ve hisleri aslında. Yazıda mimikler yoktur, noktalama işaretleri ve okuyanın kendi içinde seslendirdiği cümleler vardır sadece. O yüzden vurguyu vermek epey yorucu ve zahmetli bir iştir. Derin anlamlar yüklediğimden kelimelere, bana ihanet etmelerini karşıdakine yanlış hissi vermelerini kaldıramıyorum belki de. Kendime kızıyorum, en çok da cümlelerime. Başkasının aklına yolculuk biletidir kurduğunuz cümleler, eğer yanlış cümle kurarsanız, yanlış bilet almışsınız demektir ve gitmek istediğiniz yerden çok daha başka bir yere varırsınız. İşte bu yüzden tüm korkum yanlış anlaşılmaktaki. Ben kaybolmaktan da korkarım, yanlış ıssız yerlerde vaktimi harcamaktan bir de.

Yanlış anlamayın beni olur mu? Hatalı ifade ettiğim yerleri hissederseniz kendiniz söyleyin bana, beraber düzeltelim. Aklınızda pamuk şeker resmetmeye çalışırken kılıca benzettiysem eğer, silip baştan başlayalım. İki akıl arasında dağlar olursa ne farkımız kalır geceleri durmaksızın birbirine havlayan köpeklerden?

Stop Cryin Your Heart Out

Sus! Dedim. Bu bir ricadan çok bir emirdi. Kendi içimdeki korkunun desteklediği şüpheye. Sus! Dedim. İç sesim şüphenin bana söylediklerini aktarırken kanımı donduruyordu.

Ya boşunaysa? diyordu, gereksiz yere öyle bir savuruyorsun ki zamanını belki de, yazık! Ne kadarına değeceğini sanıyorsun? Hem ne kadar eminsin de bu yoldan gitmen gerektiğine, kararını yönlendirebiliyorsun? Sonucu seni tatmin edecek mi? Ya da bu bir sonuç olacak mı? İşlerin yolunda gideceğine emin misin? Peki ya içini rahatlatacak şeyleri dile getirecek cesaretin olduğuna? Doğru zamanı bulabilecek misin ha?

Dinlememeye çalıştım, sindirmek için elimden geleni yaptım ama bir süre görmezden gelmem bile onu kızdırmış sesinin tahmin edebileceğimden de yüksek çıkmasına neden olmuştu. Beni kendine inandırması demek, belirsizlikten çıkmaya gönül koymuşken yeniden karanlıklara gömülmem demekti.

Yüksek frekanslı sesinin arkasında ince bir ses daha duyuyordum, ona konsantre olmaya karar verdim. O sesi dinledikçe huzurun ve bir tutam heyecanın bana doğru süzülerek geldiklerini görüyordum.

Sakinleş, neden hep karanlığa bakıyorsun, aydınlık hiç olmasaydı karanlığın ayırdına varmak rahatsız etmezdi seni, gözlerinin alıştığı o olurdu. Umutsuzluk ve şüphe her zaman gölgelerini aydınlığa düşürüp gözlerini yorarlar. Oysa gölgenin düşmesini sağlayan bile ışıktır. Olumsuzu düşünme, karanlığı görme, aydınlığın daha üstün durduğunun ayırdına var artık. İhtimallerden kötü olan hep daha çok dikkat çeker ve seni kaçışa yönlendirir, şüphenin koynuna iter, yapma. Sen bildiğini oku, ne de olsa umudun da karamsarlığın da doğduğu yer aynı, aklın.

Biraz rahatladım ve o anda duymak için kendimi zorladığım sesin aslında şüpheden bile yüksek bir frekansa sahip olduğunu fark ettim, kulaklarımı isteyerek ve istediğimi fark etmeden şüpheye çeviren bendim. Başından beri sus dediğim de, ve aslında umudun konuşması için ona fırsat tanıyan, ona kurması gereken cümleleri söyleyen yine bendim.

Rahatladım ve aydınlığı dinlemek, karanlığı susturmayı kararlarımın arasına yerleştirdim. Şüpheyi demir bir kafese koyup sesinin bana ulaşamayacağına emin olduktan sonra heyecanı, umudu, cesareti ve güveni yakında tutmam gerektiğini aklımın bir köşesine not aldım. Bekleyişim sürüyordu, bu sefer daha da az kum kalmıştı kumsaatinde, heyecanım yavaş yavaş olgunlaşıyor, içimi gıdıklaması içten içe hoşuma gidiyordu.

Bugün çok Black Keys,
Too Afraid To Love You -  http://fizy.com/#s/1ohvhi

25 Ekim 2011 Salı

The Good The Bad & The Ugly

Ben 'kötü insan' diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Hiç bir insanın hayatı boyunca 'iyi' ya da 'kötü' olarak sıfatlandırılabileceğine hele hiç inanmıyorum.

İnsanın başka birinin gözünde iyi ya da kötü niyetli olarak anılmasının tek bir sebebi vardır. O da kendi çıkarını gözetirken karşındakininkini olumsuz yönde etkileyip etkilememesidir. Karşınızdaki insanın yaptığı sizin amaçlarınıza giden yola barikat kuruyorsa tabi ki o insan sizin için 'iyiliği' temsil etmeyecektir. Bu nedenle kötü de iyi de objektif olamaz söz konusu insan olduğunda. Demek istediğim iyi de kötü de yoktur değil. İyi ve kötü görecelidir. Subjektiftir.

Herkesin sevdiği insanlardan çok korkarım ben mesela. Yaşamınız boyunca aldığınız kararlar doğrultusunda çizdiğiniz yolun herkesin yoluna paralel olması nasıl imkansızsa, başkasının yolunu bir noktada kesmek zorunda olduğunuz da bir gerçek bence. Herkesin sevdiği o insan, belki de size zarar verdiği halde bunu sizden gizlemenin bir nevi sizi aptal yerine koymanın yollarını da çok iyi biliyordur.  Belki de dedim öyle olmayadabilir hemen kızmayalım.

Aile dışında hiç kimse sizi koşulsuz sevmeyecek. Sevginin ortaya çıkması bile insanın bencil doğasıyla alakalıdır. Kendi hoşuna gideni, yalnızlığını unutturanı sever insan neticede, hayatındaki herkesi bi şekilde kendi seçer. Seçmediğimiz tek şey ailemiz, olduğu gibi kabul etmeyi ilk öğrendiğimiz varlıklar onlar. Aşk da insanın tamamen kendiyle ilgili aslında, kafasında yarattığı bir varlığa bir beden seçip iki esansı birleştirerek yeni bir parfüm ortaya koymak gibi bir şey. Aslında en bencilliği ortaya koyan, egoları en belirgin kılan duygudur aşk.

Sevmediğim insanlar var, nedeni de hep benim tarafımdan bakıldığında karanlık imgeler getirmeleri aklıma, ama eminim onların da bu hayatta sevenleri, iyi sıfatını onlara yakıştıran dostları var hem de benim olduğu kadar, belki daha fazla. Bir insanı kötülerken iki kere düşünmenizi istiyorum o yüzden. Bir insanın size bir şey yapması, başkasına da yapacağı anlamına kesinlikle gelmiyor. Ne sizinle olan çıkar çatışmalarını, ne de içinde bulunduğu ilişki türünün aynısını yaşama ihtimali var başkalarıyla. Olsa bile bir başkasının adımlarına dair güçlü tahminler yapacak güveni nerden buluyoruz hep merak ederim bunu. Tanıdığımız kadarıyla yorumlar yaparız, ki evet bir noktada tanıdığımız insan bizi şaşırtmayabilir ama şaşırtma ihtimali hiç göz ardı edilebilir mi? Öyle olasılıklar kurguluyoruz ki insanların aklına, sonunda diğer insanın gideceği yolu yıkarken, granitten yapılma gökdelenler gibi dikiveriyoruz sağlamca önyargıları başkalarının kafasına.

Başkasına anlatırken ne sevdiğiniz insanları fazla yüceltin, ne de sevmediklerinizi kötüleyin. Hatta mümkünse iyi ya da kötü kelimesini sıfat olarak koymayın tanıdıklarınızı tanımlarken başka tanıdıklara. Bildiğiniz kadarıyla karakteristik özellikleri hakkında fikriniz varsa paylaşın ama 'iyi' ya da 'kötü' demeyin biri için. Emin olun siz bile kendinizin kimin gözünde iyi kimin gözünde kötü olduğunu bilemezsiniz. İnsan doğumundan ölümüne kadar nötr'dür, iyiliğin beyazlığını mı kötülüğün karanlığını mı yansıttığı karşısındakinin bakış açısına bağlıdır.


Ne dinlesek diyenlere;


*Hot Chip - Arrest Yourself   http://fizy.com/#s/3w901u (bugünbirazhareketlitakılalım)


19 Ekim 2011 Çarşamba

You will be the death of me.

Belirsizlik. 
Sevilmemek değil, insanı mahveden, delirten, kesinlikle belirsizlik. 
Emin olamamak, ipuçlarından gerçeğe varmaya çalışmak, 
bitmek bilmeyen yap-boz parçalarıyla boğuşmak.

Belirsizlik. 
Karamsarlığın da kaynağı, umutsuzluğun da hatta umudun da.
Zaman kaybetmeye, pişmanlıkları deste deste biriktirmeye neden olan
zehirli, lanetli kelime.

Belirsizlik.
Ne yapacağını bilememekten de öte, yaptıklarının sonuçlarını görememek.
Beklemekten halsiz düşmek, faydasızlığın içinde kaybolmak, yine de beklemek.
Çaresizce, ellerini nereye koyacağını bilemeyerek heyecandan.

Belirsizlik. 
Belli belirsiz bir yolda, iz bile bırakmadan yürümek gibi işte.
Ne bastığın yerde bir parça senden.
Ne gölgen arkanda, senin geçtiğin yollara karartı veren.

Yoruldum ben bu belirsizliklerden...


Bu günün loop şarkısı bu benim için;

tıklamadan göremeyin -  http://fizy.com/#s/2b5qsc

17 Ekim 2011 Pazartesi

Fake Plastic Girl

Notumsu: Yazıyı bunu dinleyerek okuyun   http://fizy.com/#s/16l5ks (Radiohead - Fake Plastic Trees)

Kendini anlatmak zorundadır insan. Onaylanmak için, emin olmak için kendini anlatmak zorundadır. Farklı olmaya bir o kadar hayran olan insan aynı zamanda içini rahatlatmak, yalnız olmadığını kanıtlamak için kendine, sıradan olduğunu görmek ister.

 Anlatır. Sayfalara, kişilere, notalarla, sözlerle, resimlerle, kalemlerle, heykellerle.. Bir şekilde anlatır işte. Anlatmaya mecburdur çünkü, bazen sadece anlaşılmak için. Anlaşılmak mümkün müdür peki? İnsan hayata hep subjektif bakar, ya da objektif olabilir mi kimi zaman? Hayır olamaz bence. En objektif yorum bile içinden çıktığı subjenin fikirlerinden arınmadığı müddet saf bir objektifliğe sahip değildir. Bu subje insan olduğu sürece ve tecrübelere dayandığı an zaten tarafsızlık imkansız değil midir?

 Ben kendimi anlatırım hep, daha çok portreler çizerim kalemimle, bazen anlık görüntüler betimler, resmederim olay ve durumları sözcüklerle. Bitmeyen danslarım hep kelimelerledir, müzik de eksik olmaz üstelik. Bu kez size yine kendimi anlatacağım. Bütün çıplaklığımla hem de, üşüyerek titreyerek ve utanç duygumu yitirmediğimin kanıtı kızarmış yanaklarımı sunarak anlatacağım hem de. Bu yazıyı muhtemelen okumayacağınızı bilerek içimde gizlediğim romantik Deniz olarak konuşacağım sizinle. Sizin çoğu zaman göremediğinizi, göremeyeceğinizi.

 Susarım mesela ben, nadiren susarım, kızgınsam, sıkıldıysam, kırgınsam. Farklıdır susmak, konuşmaktan daha zordur aslında, gözlerinin konuştuğu anlar hep sustuklarındır. Gözlerimden akar öfke, eriyen mumun damlaması ya da süzülmesi gibi yavaşça aşağı doğru. Ellerim konuşur susunca, ağzımdan dökülmek istenenler ellerimde toplanıp da özgür kalmak istermiş gibi elektrik verirler parmaklarıma ve sıkarım tüm gücümle, tırnaklarım batar derime, suskunluğumun bedelini öderim. Ya da kırgınsam, küser gözlerim de, bakışlarım da gizlenir, hepten silinir, tek bir bakış belki, cam parçaları saplandığının yansıması olarak gözlerimden kırılmanın sorumlusuna yönelttiğim. Sıkılırsam ellerim kollarım yerinde durmaz, dudaklarımın enerjisi onlara aktarılır.

 Gülerim ben, ya durumlara ve olaylara, ya da içimdeki mutluluğu akıtırım, durup dururken hem de. Görünürde hiç bir sebep yokken. Dalga geçerim sıklıkla, hem kendimle hem de çevremdekilerle. Bilirim çünkü, espri anlayışından yoksun çekilmez hayat. Hatta hayatın ta kendisi mizah üzerine kuruludur, en önemli başlangıçtır mizah. Ciddiye almakla eğlenceye vurmak arasında çok ince bir çizgi vardır ve ben onu yakalamış insanlara zeki der ve saygı duyarım.

 Çekingenimdir bazen, insanların benim hakkında ne düşündüklerini de önemserim. Çok umursamaz ve rahat görünmeme rağmen aslında kafama da takarım çoğu şeyi ama çoğunlukla göstermem, pelerinimin altında bir yerlerde saklar sonra kendi kendimi yerim bir şekilde de çözene kadar asla rahat edemem. İnsanları kandırmak çok kolaydır, kendimi ise asla kandıramayacağımı bilirim. Başkalarına yalan söylesem bile kendime asla söylemem, verebileceğim en büyük zarar olur bu çünkü.

 İnsanlar unutkan derler bana, günlük hayatın akışında yapmam gerekenleri unuturum belki ama anıları, dikkatimi çeken ince ayrıntıları asla çıkarmam aklımdan. Kendim bile farkına varmadan aklımın kaydettiği birdolu ince detay saklıdır sizin bile kendinize dair hatırlamadığınız belki de ama asla çaktırmam size hatırladıklarımı. Oyuncuyumdur biraz, nasıl düşünmenizi istiyorsam ona göre davranıp öyle düşündürtebilirim sizi. İnanmadığım bir fikri kabul ettirebilirim bazen, manipüle ederim çok rahat ama çok yakınımdakilere yapmam. Genelde bunu kendimle ilgili konularda yaparım, insanların kendilerini kandırmalarından nefret ederim, onlarla ilgili bir konuda ne düşünüyorsam onu söylerim boş yere teselli etmem asla. Yalan tesellilerle başkalarına boş umutlar hediye eden insanlardan iğrenirim. Asıl kötü niyetli olan onlardır.

 Bencillikten hoşlanmam ama belirli bir bencillik sınırım vardır o noktaya kadar insanların sergilediği bencil davranışları kaldırabilirim. Hırslı ve ukala insan sevmem. Hatta hırslı insanlardan korkarım, kendi hedefleri uğruna kimi harcayacaklarını kestirmek imkansızdır. Kıskanırım da ben, bu duyguyu hissettiğim an öfkelenirim kendime, içimde yaşar geçmesini beklerim sessizce; mülkiyet duygusunu tamamen yenebilmiş bir insan kıskançlığa karşı koyabilendir ve öyle bir insana rastladığımda gerçekten benim için çok saygındır -şu ana kadar rastlayamadım-.
 

Yanında ağlayabildiğim insan özeldir benim için. Gözyaşlarımı akıttığım anda yanımda olması telaş değil huzur veren insan, onun için elimden geleni yapmaktan çekinmeyeceğim insanla aynı kişidir. Duygularımın yoğunluyla davranışımdaki yakınlık ters orantılıdır. Sevgi sözcükleri, iltifatlar, sevgi gösterileri yabancıdır bana. Tanıdıkça davranışlarımdaki küçük sembollerden anlaşılır karşımdaki insana olan his ve fikirlerim. Üstelik aksini savunurum hep, duygularda netliğin önemli olduğunu söylerim ama benimki kasıtlı bir gizleme değil, yaşadıklarımın etkisiyle belki hissettiremiyorum duygularımı karşımdakilere, verebilecek sevgim sonsuz olduğundan korkuyorum içten içe. 

 Herkese koşulsuz yardım edebilirim çünkü beni en mutlu eden şey yardım etmektir, birine iyilik yapmam için o insanı sevmem gerekmez, ne şekilde olursa olsun katkıda bulunmayı severim. 

 Önemsenmemeyi kaldıramam, sözlerimin kestirip atılmasından bölünmesinden hoşlanmam. Fikirlerime saygı duyulmamasını kaldıramam, dalga geçmek ve aşağılamak arasındaki çizgiyi korumayı başaramayan insanlardan hazetmem. Mutluluğumu paylaşmayan insanlara tahammül edemem ve bunu çok agresif bir şekilde dışa vururum. Fevriydim, törpüledim kendimi, dediğim gibi şimdi susarım sadece sinirliyken. Değişkenim, yenilikçiyim. Sabit kalacak belli başlı düşüncelerim hariç her fikrimin değişip yeniden şekilleneceğini kabullenirim. Zevkler ve renklerin tartışılamayacağına inanmam, her konuda tartışabilirim ama bilgi sahibi olmadığım konular hakkında yorum yapmam susarım ve anlamaya çalışırım. Çok iyi bilmediği konuda iddia sahibi olan insanları hep yererim, yereceğim de.

 Bunları neden anlattım size? Kendimi anlatmak zorundaymışım ben de demek ki. Tanıyarak göreceğiniz şeyler hakkında ufak bir ipucu olsun bu da. Sanki merak eden varmış gibi. Buraya kadar okuyabilen/okumuş birileri varsa helal olsun :)

14 Ekim 2011 Cuma

Anybody Seen My Baby?

İstiyorsan gel ve al. Koca puntolarla yazılıydı bu cümle aklımda. Tabela olarak en üst köşesine asılmıştı Yüzüklerin efendisi filminin Arwen ve Frodo'nun Nazgul'lerden kaçış sahnesini hatırlatan cümle kafamın içindeydi.

İstiyordum, belki de tek bildiğim şeydi bu. Onu istediğim. Yanımda, ulaşabileceğim mesafede olmasını. Tek sorun bildiklerimin kendimle sınırlı olmasıydı. O, kilidini açmak için gömüldüğü kumların altından bile çıkararamadığım bir hazine kadar saklıydı, karanlıktı ve belirsizdi. Biliyordum, istediğimi ve yine bilmek istediğimi biliyordum, onun düşüncelerini. Ne gözleri geçit veriyordu bana, ne sözleri birer yol açıyordu detayların ayak izlerini kovalayan aklımda. İşaretleri yorumlamaya çalışıp bir nevi avcılık yaparken bir yandan da kılıcımı duygularıma savurmak zorunda kalıyordum. Onlar işime karıştıkça, atmaya çalıştığım okları hedefinden savuran rüzgarlar gibi hedeften şaşmamı sağlıyorlardı sadece. Duygularımı bana karşı harekete geçiren ise, bilgi sızdırmayan, değerli taşları andıran gözleri ve sözlerinden çok beni etkileyerek titreşimlerinde kaybolmamı sağlayan ses tonu ve vurgularıydı.

İşi garipleştiren başka bir nokta vardı. O noktanın başrolü kesinlikle benimdi. İstediğim bilgisini karşımdan yeterince istihbarat almadan açığa vurmama sözü vermiştim kendime. O yüzden istediğimi dillendirmediğim sürece anlaşılması imkansızdı düşüncelerimin. Düşüncelerimle hareketlerim arasında bir kale niteliği taşıyan dudaklarım işlerini ustalıkla gerçekleştiriyorlardı elbette. Emir büyük yerdendi ne de olsa. Bu emiri tek umursamayan gözlerimdi. Onlar mutluluğu anında kabul ediyorlardı, siluetiyle, bakışlarıyla, sesiyle ya da temasıyla karşılaştığımda ve başlıyorlardı ışıldamaya.

Bazen aklım derin karmaşaların esiri oluyor ve verdiği emirleri sorgulamaya başlayıp vücudumu şaşkınlığa boğuyordu. 'İstediğini açığa vur' diyordu mesela. Hareketlerimin ayarı kayboluyor yine de emir çok içten gelmediğinden uygulamaya sokulamıyordu. Şüphe, aklımın en üstünde kabul görmüş yerini asla terk etmediğinden emre hiçbir zaman tam olarak onay vermiyordu ve görünüşe göre bunu yapmayı sürdürecekti de. Şüphe ki bütün ondan gelen önemli sinyalleri kendi gözetimi altına alıyor ve çoğunu sorgularken tokatlaya tokatlaya sonunda ölüme sürüklüyor ve ipuçlarının yetersizliğinden yakındırıyordu düşüncelerimi. Şüphe bazen benim anlayışımı zorlaştıran duygularımla aynı tarafta yer alan bir ajan izlenimi veriyordu bana. Yine de duygularımın aksine yeri beynimin baş köşesi olduğundan şüphe'den şüphe duymak karışıklıktan başka hiçbir işe yaramazdı.

Savaşın sonucuna doğru aklımdaki düşünceler fark etmeye başlamıştı ki, şüphe aslında zararlıydı. Fazla büyüyüp sözünü çok geçirmeye başladığı andan itibaren mantıksallığı dışlamaya ve gereksiz yere telaşı dürtmeye başlamıştı. Buna engel olmak oldukça zor olacaktı ama şüpheyi zincirleyip telaştan uzak durma kararı bana iyi gelecekti. Böylece O'ndan aldığım sinyalleri daha iyi yorumlayabilecektim aklımda, duygularımdan da arındırarak, süzgeçten geçirerek onları.

Uzaklaşmam zor olsa da şüpheyi devre dışı bırakmayı başarmış ve artık içimdeki seslerden gelen titreşimleri doğru kabul etmeyi öğrenmiştim. Tek başaramadığım şey vardı oysa. İstediğim gerçeği, ne kadar beynimde en kesin noktada dursa da onu dışarı ittirmeye çalıştıkça gün yüzüne çıkmaya, ışıkla yüzleşmeye o denli korkuyordu ki kıyamıyordum ona. Dışa vurmak için cesarete ihtiyacım vardı, o ise uzun zamandır duyguların esiri olduğundan aklıma yanaşamıyordu bile. İstediğim gerçeğini ona yollamam en büyük kozum olacaktı. O zaman beklediğim kesinlik beni bulacaktı ve öğrenmem gereken o tek sorunun cevabını alan beynim bu öykünün de sonundan yeni bir başlangıç oluşturacaktı elbet. Yeni bir son ve etkileyici bir başlangıç ortaya çıkacak ve yeni başlangıç ya günbatımını ya da batmayan bir güneşin doğuşunu sembolize edecekti akıllarda.

Duygu ve düşüncelerim ya barışı sağlayacak ya da iç dünyamı griye çevirecek o savaşı başlatacaklardı. Duygularımı cesaretimi esir almaktan vazgeçirmek ve cesaretin yardımıyla istediğim gerçeğini aydınlıkla buluşturmak yapmam gerekenlerdi. Şüpheyi elimine etmek ise başlangıç noktam olmuştu. Devamını getireceğime olan güvenim ise henüz duyguların o kadar tesirinde kalmamıştı.

Şu anki aşama beklemek olmalıydı. Her savaşta olduğu gibi hayati önem taşayan süreçti bekleme süreci. Gözlerimi açıp pusuya yatıp duygularımı sindirerek bekleyecektim. Bekliyordum da. Onun ortaya çıktığı zaman çok daha kararlı bir hedefe ulaşma sürecinin emrini verecekti beynim. Beklemek zordu. Beklemek adeta kendi kendine yapılan bir işkenceydi ve kesinlikle duyguları besliyor düşüncelerden de en çok gerginliği uyarıyordu. Yine de beklemeye devam edecek gücü içimde buluyordum. Beklememin en büyük destekçisi henüz yaralı olsa da ölüme yakın değildi. Umut düşüncelerime destek oluyor, içimi rahatlatıyor, hatta duygularımın yanına sakinliğin gitmesini sağlayabiliyordu.


Okurken dinle:

* Dave Matthews Band - You & Me
http://www.youtube.com/watch?v=7f4TItnxVOw

* The Animals - House of the Rising Sun
http://www.youtube.com/watch?v=mmdPQp6Jcdk

* Eagle Eye Cherry - Save Tonight
http://www.youtube.com/watch?v=QYEd3_XaJ-4

13 Ekim 2011 Perşembe

Akıldan geçen yolu kazmışlar.



Yazacak kelimelerin yoktur bazen, ya da çoktur. Çoksa yoktur. Bir şeyin cevabı çoksa, aslında yoktur, boştur. 

Çok şeyim var diyecek benim de. Yok denecek kadar çok. O yüzden bulamıyorum kelimeleri, zıtlıklar yüzünden kafası karıştı cümlelerimin. 




Korkak sözcükler, korkak cümleleri, korkak cümleler, korkak davranışları doğurur. Kaçmak bunların bir sonucudur. Korkundan kaçmak. Peki ya korktuğun şey? Cesaretini söndüren ve korkunu uyandıran, sonucunu bilmediğin şeydir. Bilinmezliktir besini korkunun.  




Reddetmek gerçekleri, aldanmayı doğurur. Aldatılmayı, yalanı kaldıramayan insan kendini aldatmak konusunda en başarılıdır aslında, hep olayları çarpıtarak kendini kandırır. Umudun, yaşamak için vazgeçilmez olan şeyin, doğup büyümeye elverişli gördüğü yer yalansa, gebe kalır hayalkırıklığına. Zararlıdır umut, tehlikeli ve asitli. Şeklini alıp yerleştiği bardak kırıldığı an yakar derini, eritir içini, kemiklerini bile. 




Yalnızlık güzeldir, yazılara dökmek kendinle yaptığın sohbetleri, fikirlerini tanır insan, en çok da yazarken tartar kendini. Yüzleşmek güzeldir, kendi gözlerinin içine bakıp konuşmak yalnızlığınla. Kaçırmadan gözlerini. Korkmadan, kandırmacalara yer vermeden. Tam anlamıyla ne kadar dürüst olabilirse insan kendine o kadar.




Konuştum kendimle. Bana dedi ki, yorgunum ben, suskunum, durgunum, halsizim, üşengecim, bıkkınım, isteksizim, umursamazım, alınganım ve hatta hassasım da. Evet hepsi aynı anda. Genel olarak ise mutsuzum. Bağımlıyım biraz, biraz huzursuz, beklenti dolu ve yorgun, çok yorgun. 


Şeker gibi sesli kadın vokallerden gelsin o zaman, hafif melankoli böyle bi.


* Flunk - Cigarette Burns
http://www.youtube.com/watch?v=wTUF1khnUBg


* Postishead - Glory Box     
http://www.youtube.com/watch?v=yF-GvT8Clnk


* Skunk Anansie - Hedonism   
http://www.youtube.com/watch?v=LLs-JP5FGAg


* Sia - Breathe Me      
http://www.youtube.com/watch?v=hSH7fblcGWM


* Shivaree - Goodnight Moon      
http://www.youtube.com/watch?v=LRqUONe_aAI

4 Ekim 2011 Salı

Evvel Zaman İçinde


Bir kız var, yorgun, bıkkın, ürkek biraz da. Eli göğüs kafesine gidiyor arada, saklamaya çalışırmış gibi kalbini ellerinin arasında. Bir sıcaklık var ellerinde, hafif pembelik yanaklarında.  

Bir düşünce var, binlerce düşüncenin kraliçe arısı, gizli, suskun, sindirilmeye çalışılan. Kızın aklında büyüyor gün geçtikçe, hafif sinsice. Sıcaklık artıyor kızın ellerinde, göğsünü sıkıyor ağrı zamanın ilerlediği her bir an.  

Bir adı var o düşüncenin ve içinde saklı duygular. Düşüncenin ana fikri kaygılı, sabırsız, aceleci, merak dolu bir heyecan. Bilindik duygularla bilinmeyen sonuca bulanık ve sallantılı adımların köprüsü adeta.  

Bir aşk var, saklı, çekingen, tazecik, büyüme çağında. Sessiz, asil, saf ve kırılgan. Kirlenmemek için kozasından bile çıkmaya yeltenememiş tırtıl kelebek arasında bir canlıymışcasına çırpınan.  

Bir kız var, kaygılı bir düşüncenin ardında aşk adlı bir duygu saklayan. Yorgun, bıkkın, ürkek ama yine de heyecanlı ve bu yazıyı yazdıkça aklının yansıttıklarına aynadan bakan. 

1 Ekim 2011 Cumartesi

Ayna ayna, sihirli ayna, neler söyledin bana?

İnsan kendini başkalarına sözleriyle değil davranışlarıyla anlatabilir. Kendini tanımak için olaylara verdiği tepkilerin üzerinden gider çünkü. İçinden geleni yapabilmenin önemi burdan geliyor. Bir şeyi yapmak istediğin anda devreye giren savunma mekanizması, ince hesaplar, olasılık hesaplamaları, korkuların gerçekleşme ihtimalini beynin tartma çabası. İşte bu kendin olmanın önündeki en büyük engel. 

 O zaman anlatamıyorsun insanlara kendini, gösteremiyorsun aslını, hep unutuyorsun bi yandan da, şeffaf olmadığını, senin neyi düşünerek nasıl hareket ettiğini karşındakinin anlama ihtimali olmadığını. Belki de izlediğimiz filmlerden o kadar alışmışız ki ipuçları üzerinden gitmeye, karda bırakılan ayak izlerinin detaylarından kime ait olduğunu bulmaya. Dolaylı cümlelerin çözümlemesini yapmak zorunluymuş gibi herkes kendi şifresini yaratıp ona göre hareket etmeye yemin etmiş.

 Dışa görünen tarafı siyah bir ayna olan camlar gibiyiz aslında. Biz karşımızdakini siyah görürken onun da bizi öyle gördüğünü düşünemiyoruz iki taraflı camların arkasından. Zorlaştırıyoruz ilişkileri. Sevilmenin değerini sevmenin ötesine koyuyoruz. Obje subjenin ötesine geçmeye başladığı an sıkıntılar baş gösteriyor. Kendimi düşündüğümde gözlemlerim bunlar. En garip nokta ise şu; 'yanlış anlar' korkusu. Ortadaki yanlış ne? Ne anlayabilir de yanlış olmasından korkuyorsun? Bir kere yanlışlığa dair bir korkun varsa o sözcüğü koyarak perdelediğin şey aslında tam olarak da 'sence gizli kalması gereken gerçek' değil mi? 

 Hoşlandığınız 'sanılmasın' diye kaç kere içinizden geçenleri sindirip daha seslendirilemeden değiştirdiniz cümlelerinizi? Neden peki? Neden bu kadar önemli karşınızdakinin ortaya koymaya korktuğunuz gerçek insanı yanlış anlaması korkusu? Kendinizi onun kabul edebileceği, anlamasını istediğiniz şekle sokmak kendinden vazgeçmek değil mi? 

 İnsan kendini ifade edebildiği sürece insandır. Eğer ifadelerini başka bireylerin beğenisi uğruna değiştirme kaygısı içine girerse de kendi olmaktan, başka bir deyişle özgünlüğünden ödün vermiş olur. Artık hissettiklerimizi, olduğumuz insanı olduğu haliyle detaylara boğulmadan karşımızdakine sunmayı öğrenmemiz gerek. Karşındakinin anlayışından korkmak onu da aşağılamaktır. Onun ne düşündüğünü anlamanın yolu onun da net bir şekilde içinde en saf şeklinde ortaya çıkan haliyle duygu ve düşüncelerini davranışlarına yansıtmasından geçer. 

 Korkuları, kaygıları, paranoyayı bir yana bırakmalı artık. Siz önce bütün netliğinizle benliğinizi dışa vurun, karşınızdaki insan ne yaparsanız yapın anlamak istediğini anlayacaktır zaten. Bari kendi duygu ve düşünceleriniz onun süzgeçine girmeden şekilden şekle girip deforme olmuş olmasın. Denemeye değmez miydi?

27 Eylül 2011 Salı

A couple words, a great divide.



Kimler başarılı olur bu hayatta biliyor musun? Çok fazla potansiyeli olmayanlar. Kafası farklı çalışan insanlar yıldızlara benzerler, birden ışıldar aniden sönerler. Gecenin bi saati bunları düşünmek gariptir, eğer ki düşünüyorsan ve çoğu kişinin katılmayacağı fikirler üretebiliyorsan bu yorganın bile ısıtmadığı ayaza çeken sonbahar gecesinde, sen de onlardansındır, kinetiğe dönüştüğü anda aşırı enerjiden patlayarak işlevsiz hale gelecek potansiyeli olanlardan.  

 Aşırı yatkın olmayacaksın hiçbir şeye, öyleysen -ki buna yetenek diyenler de var- şuna emin ol ki ona yönlendirildiğin an özgür değilsindir, özgür değilsen, potansiyelin olduğu şeyi öylesine değil de seni tetiklemek için basılan tuş yüzünden yapıyorsan, o başarı başarı değildir.  

 Ben onlardanım işte, asla başarılı, parlak olarak anılmayacak olanlardan, bir şeydeki mecburiyet hissini tattığım an sönüyorum, kayan bir yıldız oluyorum, herkesin onun gibi olmamayı dilediği bir yıldız. Çok azdır benim sonunu getirebildiğim iş. Okul da bunlardan olur diye de epey korkuyorum. Bu yazıyı okuyorsan -sanki biri okuyacak lafa bak- denizin kendine itiraf edemediği ve yüzleşmekten yıllarca kaçacağı bir gerçekle karşılaştın.

 Deniz güzel yazar, müziğe aşıktır, çizimi sever, tasarlamaya bayılır. Ama denizozy bunların hiçbirinde "başarılı" olmayacak. O kendi kendini bitirecek, sonuna kadar başarıya gidip sonunda fazla düşündüğünden dolayı detaylarda kaybolup kayacak. Arkasından bakacak gözler ona, üzülecekler, hızlı da yaşamayacak üstelik. 

Zaman o kadar soyuttur ki hızlı ya da yavaşın göreceliliklerini kestirmek ve bunları mutlak bi sabite dayandırmak mümkün değildir. Hızlı değil eksik yaşayacak deniz. Hep inkar edecek bunu, hep bile bile lades diyecek ama kimseye kızamayacak, kendi sonunu getirecek. Ölümden korkar o, delirir ölümü düşünürken, bir gün yitip gitme fikrinden korkar, ölümsüz olmak ister. Herkes gibi. 

 Olabilir mi? Başarı görünümlü onlarca başarısızlık, akıl aldığı herkesten daha fazla bilincinde olup kafasını çevirdiği gerçekler.. Hunharca serptiği, klişelere bulanmış duyguları, belki de tek emin olduğu, "bana ait" diyebileceği yegane şeylerdir. Bir onlar var işte. Onları da göstermez. Gururludur. Gurur aptallıktır. Deniz de aptallık yapar çoğu zaman zaten. Evet, bilerek.

 Hiç bir kelimenin, aynı anlama geldiği halde cümlenin gidişatına uyumsuzluğu yüzünden eğreti durduğunu, her kelimenin bir diğerine uyum sağladığı an melodi oluşturduğunu hissettin mi? Deniz hisseder, her şey müzikseldir, her sözcük bir notadan farksızdır, frekansı belirleyen tınıyı veren harflerdir ve bunu hisseden oldukça az insan vardır. Deniz sadece 2 kişi sayabilir tanıdığı, bahsettiği o şeyi anlayan.  

 Kendinden 3.tekil olarak bahsetmek nasıldır peki? Kendinin tanrısı olabilmektir o da. Çünkü herkesin tek tanrısı vardır o da kendisidir. Aslında itiraf edemese de herkes yaratıcı olarak benimsediğini algılamaya çalışırken yani aklında hayalini oluştururken yaratıcısının, kendini şekillendirir, olmak istediği biçimle. İnancı ne olursa olsun bu böyledir. Herkesin mükemmeli farklıysa tanrısı da farklıdır. 

 Saçma geliyor di mi? Fazla mantıklı olduğundan saçma aslında. Çünkü hiçbir şey o kadar da mantıklı değildir hayatımızda, duygu işin içine girdiği an mantık yoktur. Bundandır başkasına verdiğimiz müthiş akılların bize faydasızlığı. Kendi hayatımıza duygusuz yaklaşamayız. Zaten yaklaşmamalıyız. Gerçek dediğin duygulardır, gerisi değişken dalgalardır. Her neyse, gece hayal kurmak güzeldir asıl. Böyle yazılar yazıp kendinle yüzleşmekten daha yapaydır belki ama çok daha güzel. 






Günün Şarkısı: 


Grizzly Bear - Slow Life     --      http://fizy.com/#s/1c1sbu

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Aşk ve İlişkiler Üzerine

Yazmayalı olmuş epey. Parmaklarıma soğuk geldi klavye. İçimi dökemediklerim yerine koydum yine boş bir sayfa ve bir de tuşları soğuk bir klavye.
Düşündüm yine, gereğinden fazla düşündüklerim üzerine. İçimi oksijenle bütünleşen gümüş gibi yavaş yavaş karartan meseleler yüzünden. Bu yüzden yine akıtmak istedim içimi sessiz ve edilgen sayfalara. Parlatmak için kararan gümüşlerimi.
Fonda küskün melodiler koydum ve başlıyorum düşüncelerimi aktarmaya.
Genel bir kanı vardır hani, aynı anda her şey yolunda gitmez deriz. İş, aşk, sosyal hayat diye böleriz yaşamı.
Aşkı bir gereklilik gibi görüyoruz artık. Öyle mi peki? Aşık olmak zorunda mıyız? Değiliz aslında. Aşk deyince aklımıza gelenle de ilgili bir şey bu. Tanımlamaya çalıştım aşkı hep, başkalarına kanıtlamak için değil, kendim anlayabilmek için daha çok. Ne kadar başarılı olunabilir bilmiyorum, subjektiftir aşk, bütün duygular gibi, ama evrenseldir de. Herkesin aynı meyveyi tadıp farklı bir tat alması gibi ve aslında tek bir isim verdiğimiz bir meyvenin bile her bir tanesi farklıdır, o yüzden de yaşadığımız hiçbir aşk için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Biraz da grip virüsü gibi, sürekli kendini günceller, farklılaşır aşk, bütünselliğini korumayı bir şekilde başarırken. Bittiği an unutursun o duyguyu, mutlu olmadığında mutluluğu unuttuğunu zannetmek gibi bir ilüzyondur. Yaşadığın an ise bilirsin neyle karşı karşıya olduğunu.
Sadece karşı cinse hissedilen bir şey aşk bence. İşini aşkla yapmak, bir hobiye aşkla bağlanmak dediğimiz şey aşkın da içinde barındırdığı tutkuyu hissetmemizdendir sadece. Aşkı yaşadım ben, karşılıklı karşılıksız diye de bölmek saçma gelir bana. Aşk karşılıksızdır, herdaim. Kişisel bir duygudur, kendi içinde yaşadığın bir şeyi karşındakinin de sana duyması seni sadece aşkın sonucu olanları yaşamaya iter, belki onu farklı bir boyuta taşır ama aşk, içindeki o duygu değişmez. O zaman karşılık bulmayı değişken olarak kabul etmek mantıklı değil.
Gerçekten aşık olmuşsan, en azından kendi yaşadıklarım üzerinden konuşabilirim, yapabileceğin şey aşık olunana bunu bir şekilde hissettirmek ve dile getirmekten başka hiçbir şey olamaz. Taktik kasmaktan ve kasan insanlardan gerçekten hoşlanmıyorum. Kalıplaşmış ego oyunları belki bir kişinin aklında yer etmenizi sağlayabilir ama aşkı bu şekilde uyaramazsınız, geçici bir süre bir illüzyon yaratabilirsiniz, kalıcı bir büyü yapmış olmazsınız başka bir deyişle.
Birine karşı bir beğenin olması aşık olacağının göstergesi değildir her zaman. Elde etme isteği ise tamamen egosal bir şey. Aşkın olduğu yerde ise egodan yani daha çok klişeleşmiş haliyle gururdan söz etmek mümkün değildir. Beğenmek dediğimiz, tensel olarak arzulamaktan ibaret. Davranış ve hareketlere içsel anlamlar yüklemeye başladığın zaman bir üst seviyeye taşırsın beğeniyi ya da diğer adıyla hoşlantıyı. Olay da tam burda başlar, içselleştirmeye başladığın zaman bir insanı, yani görünüşü ve sana yansıttığı kadarıyla karakteristik özelliklerini birleştirip etkilenmeye başladığın zaman aşka yakınlaşırsın. Sonunda bir ruh döversin aklında ve yerleştirirsin tensel çekim duyduğun bedene. Tamamen kendi yaratımın olan ruh karşındakinin özgür iradesini kavramaya başladığında onunla daha da bütünleşir ve aşık olursun.
Karşındakini hem sen yaratırsın hem de onun özelliklerini de tasarladığın ruha ekleyerek yüceltirsin aşkını. Yani büyük bir illüzyona bilerek ve isteyerek inanmaktır bir bakıma aşk. Bitene kadar ise karşındakine asla objektif bir biçimde bakamamaktır. Görüş açını bulandırmak ve bulanık silüeti duygularınla harmanlayıp beyninde anlamlandırmaktır. Bu nedenle kördür zaten aşk.
Zihin bir süre sonra kendi yarattığının kölesi haline gelir ve duyguların en aşırı hallerinin harmanıyla içinde yaktığı ateş içinde hafif hafif yanmaya başlar. Farklı esanslardan yeni bir parfüm oluşturulması gibi duygular tek tek harcanır aşk süresince. İlk mutluluk, sonra heyecan, daha sonralarında tutku, ardından kıskançlık ve en son da olmayanı yüceltme, tapınma hali tüplerden boşalır ve sonunda aşkı oluşturan bütün öğeler sona erdiğinde parfüm oluşamadan uçup gider. Yerini ise iki kalıcı duyguya bırakır; sevgi ve nefret ya da yıpranma sürecinin ardından gelen kayıtsızlık.
Aşkın bu kadar detaylı tasfirini yaptıktan sonra hiç de karışık değil gibi geliyor ama asıl sorun burda başlıyor. Her şeyin yolunda gitmemesi.
Aşk bütün duyguların harmanı olduğundan ortaya çıktığı anda hayatın diğer yönlerine de etkiyerek normal gidişatı etkilemeye başlıyor. Mantık geri planda kaldığında ise ayrımı yapabilmek oldukça zor.
Bir diğer sorun ise, aşktan uzak kaldıktan sonraki süreç. Uzun zamandır aşktan uzaktayım, şikayetim yok, ki aşk bir lükstür. Herkesin yaşayabileceği bir lükstür belki ama gerekliliği tartışılır. Hiçbir zaman gerekli olduğu için ortaya çıkmaması da ayrı bir mesele.
Çevremde beni sinirlendiren ve benim aklımda da gizliden gizliye empoze edilen bir fikir var. Sevgili kavramı. Aşık olmadıktan sonra birine aşkım demek ağlarken çok mutluyum demekten farksız bence. Sevgilisi olmama olayını hep bir nedene bağlamak zorunda hissediyoruz kendimizi. Estetik görüntü, İyi niyet, Cazibe, Kültür, bu kriterlerin hiçbiri sevgilinin olup/olmaması için bir sebep oluşturmaz. Aslında neden yeterince açık. Aşık değilsen ya da aşık olduğun taraf sana aynı gözle bakmıyorsa tabi ki de sevgilin olmaz. Bu da bir zamanlama ya da bir tercihten başka bir şey değildir. Aşk isteyerek ulaşılan ya da ihtiyaç üzerine ortaya konan bir şey olmaktan çok uzak. Kendiyle yalnız kalmayı bilmeyen insanın kapısını çalan şey ise kesinlikle aşk değil ama egolarının beynine oynadığı bir oyundan fazlası olmayacaktır.
Kendimle yalnız kalmayı, benliğimle başbaşa olmayı seviyorum. Aşkı yeniden hissedip karşılığını gördüğümde ise elbet aşık olunana dokunmak onunla bu duygular karmaşasını paylaşmak ayrı bir yaşanmışlık olacaktır. Ancak o zaman ‘ilişki’ kelimesi bir anlam ifade eder benim için.
İlişki için gerekli olan tek şey de aşk değil elbet. İlişki karşılıklı emek ve fedakarlık üzerine kuruludur. Karşındaki için kendinden bir şeyler vermeyi göze almadan birlikteliğe başlamanın ve bunu gururla topluma sergilemenin mantıksal herhangi bir yanı yok. Çünkü aşktan doğan bir birliktelikte ilk kurulacak cümle ‘Senin için emek sarfetmeye hazırım’ dır. Başka bir deyişle ilişki aşkın bir sonucu olmasına rağmen yepyeni bir başlangıçtır.
Bu yüzden de yalnızlığımla mutluyum, kendimle baş başa olmaktan rahatsız olduğum için birine aşkım demeyecek kadar da aklı başında olduğumu düşünüyorum. ‘Yeni bir ilişki istiyorum’ dediğim zaman o kişiye aşık ve kendimi yeni birinin gözünden de tanımak isteyen biri olduğum için bu cümleyi kurarım.

Bugün bunları dinleyin.
* Two Door Cinema Club - Something Good Can Work - http://fizy.com/#s/1iftf6

* Suede - Beautiful Ones - http://fizy.com/#s/1dlepw

* Supergrass - Can't Get Up - http://fizy.com/#s/1h0s2a

* Kings of Convenience - Parallel Lines - http://fizy.com/#s/1n9fgi

* Papercuts - Do You Really Wanna Know - http://fizy.com/#s/2brtb2
Real Time Analytics