Yanlış seviyorsun beni. Sevgi sahip olmayı değil, sahiplenmeyi içerir.
Yanlış seviyorsun işte. Sevgi dinlemektir, anlayana kadar dinlemek, bazen yine de anlayamamak ama anlamsızlığını sevebilmektir.
Yanlış seviyorsun. Sevgi yargılamak değildir. Yargılarını ona uydurmaktır. Yumuşaktır o, sivrilikleri törpülemektir.
Öyle yanlış seviyorsun ki beni. Bütünleme kısmını eksiltir gibi seviyorsun. Sevgi bütünleşmektir, onunla o denli farklıyken aynı olmak istemek, akıntı yönünü ona değiştirmektir.
Seviyorsun ama yanlış bir şekilde. Beynine rahat verememektir sevgi, onun kederlenmesini sağladığında, beynini susturamamak gürültüden uyuyamamaktır.
Sen şu an uyuyabiliyorsan. Beni yalnız bırakabiliyorsan beynimde dönen sevgisiz kırılmışlıklarla, nasıl seviyorsun ki beni? Seviyorsan da tersten seviyorsun sen beni. Sevmiyormuşcasına seveceksen sevme, parçalama beni.
Deniz Kenarında Rüzgar Sesleri
Müzik, hissin uğultusudur - Oscar Wilde
17 Eylül 2014 Çarşamba
16 Şubat 2014 Pazar
Material Girl
Artık kabul etmemiz gerek. Gerçekle yüzyüze
kalmamız ve onu sindirmemiz. Sevmemiz değil, sadece kabullenmemiz. Biz insanlar
materyal dünyanın metalarıyız, onun mülkleştirdiği ve mülklerimize
birbirimizden daha çok değer biçen varlıklarız.
Biz, artık bir makinenin içine hapsolmuş
hayatları yaşıyoruz. Kendimize ordan bir karakter yaratıp, boş zamanlarımızda
kendimiz oluyoruz. Bu boş zamanlar ise sadece başkasıyla olamayacak kadar
kendimizle kalmak zorunda kaldığımız zamanlar. Neden değişken, ‘’yalnız kalmak
istiyorum’’ cümlesini bize kurduran herhangi bir neden olabilir bu. Bir kez
kurduğumuz zaman bu cümleyi, işte o zaman kendimize ihtiyacımız var. Çoğunlukla
olamadığımız benliğimize. Duygularımızı gizlediğimiz diğer bütün anlar ise bu
makine içinde dönen bir saat içi tekerinden hiçbir farkımız yok.
Biz anılarımızı bile eşyalarımıza yüklüyoruz.
Bir insanlar kendimizin parayla satın aldığımız şeylere ruhumuzu
aktarıp onun içinde yaşamaya devam ediyoruz. Yaşamıyoruz da esas olarak,
yaşıyormuş gibi yapıyoruz.
Baktığımız hediyelerde alan insanları
görüyoruz. Değersiz, yapıtaşı bile aynı olan nesnelerin içinde değer biçiyoruz
o insanlara. Tekrar kendimizle yalnız kaldığımızda görüp o ana gidebilmek için
yapıyoruz bunu. Bu kadar aciziz işte.
Affedemiyoruz, duygularımızdan korkup çoğu
mantıksız şeyin arkasına sığınıp güçlü durduğumuzu sanıyoruz. Güçsüzleşiyoruz,
yalınlaşıyoruz. Tek olmayı yalnız olmakla karıştırıyoruz. Varlığın içindeki
yalnızlığı, dışlanmışlıkla karıştırıyoruz. Kendimiz olamadığımız her an kendi bildiğimiz
anlamda ‘’yalnızlaşma’’ sürecine katkıda bulunuyoruz.
Dürüst değiliz, kendimize bile,
karşımızdakine olmaya çalıştığımız insan yanılsaması içinde de yitip gidiyoruz
yavaşça. Yaşadığımız hiçbir şey gerçek değil. Çünkü biz değiliz. Kendi
adlandırdığımız, çoğunlukla zaman içinde yanlış hallere bürünmüş kavramlar
içinde boğuluyor ve bunlara prensip adını takıyoruz. Toplum içinde kabul görmekle o kadar kafayı
bozmuşuz ki normların içinde kalmaya kendi kararlarımız ve prensiplerimiz adını
vermişiz.
Bu kalıpların içinde duyguları hapsediyoruz.
Hissettiğimiz yoğunluğa erişemeden de onları defetmenin yollarını arıyoruz.
Çünkü hepimiz sadece aciz ve korkağız. İçinde bulunduğumuz çevreye bağımlıyız.
Yarattığımız karakterin dışına çıkmaya dair büyük korkularımız var.
Söyleyemediklerimizin esiriyiz.
Hata yapmaktan o kadar korkar hale gelmişiz
ki bunun sonucunda hata toleransımızı toptan yok etmişiz. Bir yanlışın
sınavlarda 3 doğruyu götürmesi bize verilmiş bir hediye gibi. Çünkü kendi
hayatlarımızda ölümü, yok oluşu, hata yapmaya tercih eder hale getirilmişiz.
Affetmenin bir erdem değil, aptallık olarak görüldüğü çağdayız artık.
Her gün yavaş yavaş öldüğümüzün farkında
olmadan ne uğruna bile yaşadığımızı unutarak sadece nefes alıp veriyoruz. Bir
kere yaşanan bu hayatın süresini bile bilmeden geri gelmeyecek sermayesini
harcıyoruz; zamanı. Kaybedene kadar değer bile biçmekten aciziz soyut
kavramlara, çünkü varlıklarının değeri anca yokluklarıyla biçilebiliyor. Bu
kadar zavallı bir haldeyken kendimizden büyük duyguların altından
kalkabileceğimizi düşünmek fazlasıyla aptalca. Ki zaten yapabildiğimiz de pek
söylenemez. Duyguların içi yenik portakal kabukları haline getirdikten sonra
sadece birleşimlerinin birbirlerini daha az çekilir hale getirmesi işten bile
değil ne de olsa. Duygularımız da en az bizim kadar yapaylar. Gerçek hallerini sevmediğimiz için kendi hayali kişiliğimiz törpüsünden geçmek zorundalar ne de olsa.
Selamlar materyal dünyanın metaları, eşsiz
insanlar. Maskelerimizi takıp yalnızlaşmaya devam etmek için harika bir gün.
25 Nisan 2013 Perşembe
Love in an Elevator
Neden kendimizi
değersiz hissettirenlere bu kadar değer veriyoruz? Kendimizden parçalar vaad
ediyoruz onlara? Birine verebileceğimiz en değerli şey kendimizken üstelik.
Her şeyi neden o
insanlarla konuşmak istiyoruz. Korkuyoruz onlara ses titreşimlerimizden kendi
beynimizden bölümler aktarırken. Dokunurken çekiniyoruz. Sanki kırılgan olan
biz değil de onlarmış gibi. Kendi çaresizliğimizi, narinliğimizi bile
onlarınmış gibi nasıl da başkalaştırıyoruz öyle. Sonra? İşte sonra kendimize
yabancılaşıyoruz.
Ne ki onları özel
kılan? Özel olan hissedilen duygu mu hissettiren insan mı? Kendimizi yeterince
yüceltme korkumuzun sonucu başkalarını gözümüzde devleştirmemizin altında yatan
şey ne ki? Kendi yetersizliklerimizi başkalarında kapamaya çalışmaya ve sonra
verdiğimiz değerin yarattığı kaybetme korkusundan dolayı kendimizden vazgeçmeye
neden bu kadar meyilliyiz ki? Bu denli güçsüz olmalı mı insan?
Neye duyulan
açlık bu? Bir insana kalbimizden önemli bir parçayı ayırdıktan sonra o yer için
gereken özellikleri ona kendimiz eklememizin mantığı nerede ki? O kadar mı
yalnızız? O kadar mı aciziz? O kadar mı yetersiziz kendimize karşı?
12 Nisan 2013 Cuma
Yada Yada Yada
İyi değilim. İyi olmaktan kasıt ne ona bile emin değilim ben. Ama emin olduğum şey, iyi hissetmediğim.
Güzel bir ailem var, güzel insanlarla arkadaşım, güzel bir adama aşığım. Güzel bir kariyer hayalim var. Güzel bir işte çalışıyorum.
Burdaki ''güzel'' çok güzel bir kılıf işte. Cümle devamlarındaki 'Ama' ları attığımdan her şey ne kadar da yolunda gözüküyor. Ey hayatımın bölmelerindeki güzel sıfatları ey! Ben yeterince güzel değilim belki de. Çünkü bu güzellikler içinde iyi olamıyorum ben.
Hayatımı tek bir kelimeyle tanımlamayı seçsem ''belirsiz'' sözcüğünü seçerdim. İstediğim bölüme ulaşıp ulaşamayacağım: belirsiz. Güzel arkadaşlarımın beni ne kadar anlayabildikleri: belirsiz. Güzel kariyerime ulaşıp ulaşamayacağım: belirsiz. Aşık olduğum güzel adamla aramızda bir şey olabileceği ihtimali: belirsiz. Çalıştığım güzel işin nereye kadar süreceği: belirsiz, güzel ailemin güzel bir parçası olup olmadığım: belirsiz.
Ben tecrübelerimden tek bir şey öğrendim. Her şeyden şüphe etmem gerektiğini. Hayatımdaki her şeye şüpheyle yaklaşıyorum, hemen hemen her şeyi sorguluyorum. Sonuç olarak da mutsuz oluyorum. 4 yıldır okuyor gibi yaptığım bölümü sorguladım, şüphe duydum, bana göre olmadığını gördüm. Bunu insanlara açıklayamıyorum. Umrumda bile değil anlayıp anlamamaları aslında. Kendime açıklayabildiğim sürece kimseye anlatmak gibi bir derdim yok. Kendimi de açıklamak konusunda çok başarılı olduğum söylenemez ne de olsa.
Beni en iyi anladığını düşündüğüm bir insan vardı. Bir erkek. En çok ona yakın hissetmiştim kendimi. Artık eski yakınlığımızdan da eser yok zaten. Anlaşılan ben bir an yalnızlığımdan uzaklaşırken onunla tanışmak beni daha da yalnızlaştırmış. Şüphe eden ve tek başınalığı her koşula tercih eden benim fikrimi değiştirmeye yaklaştırmış ki beni iyice yalnızlaşmışım. Kendimle kalmak bile bana onu hatırlatıyor. Ben de kendimden uzaklaşmak istiyorum ama mümkün değil. Durumumuz, belirsiz ve hep öyle kalacak.
Çok sevdiğim arkadaşlarım, dostlarım var. İçimi döküyorum bazılarına, hikayelerimi anlatıyorum, umrunda olmayı diliyorum kendi içimden, belki oluyorumdur da. Açıkçası hikayelerimin sıkıcı bulunmasından hoşlanmıyorum, ama buluyorlardır. Bir süre sonra ordaki hikaye benim olmaktan çıkıyor, okudukları bir romanmış muamelesi görüyor bir süre, daha sonra ayna onlara dönüyor ve onların acıları, tecrübeleri akıyor dudaklarından bana doğru. Başkasından tavsiye istemenin sevdiğim yanı budur. İnsan bir şeyler önerirken kendi hayatından parçalar aktarır karşısına. Ben bunu görmeyi ve gözlemlemeyi severim. Karşımdakini gerçek hissetmemi sağlıyor bu. Tavsiye veren insan yapay değildir o an, olamaz.
Yalnızlık hissim asla geçmeyecek, hayat boyu. Bu kadar yılı bunu kabullenmeye harcamıştım. Ve diye geçiriyorum içimden, aşık oldum. Hoşlanıyorken bile istememiştim onu. Aşık olmaktan iyice haz etmiyorum. Onu sevebileceğim her şekilde seviyorum. Herkesten çok. Ama istemiyorum bunu. Hiç hem de.
Onun için yerimi hiç bilmiyorum, kimsenin hayatındaki yerimi bilmediğim gibi. Sormak, bilmek istemek küstahça geliyor. Herkes biraz küstah bu gibi durumlarda. Küstahça öğrenmeye, anlamaya çalıştığım oluyor benim de. Gösteren biri değildir, benim gibi. Ama hiç göstermemek de garip değil mi? Kendimi kandırmaktan hoşlanmam, bunu istemiyorum. Ama aksine inanmak, hiç değerim yok heralde demek de zıt yönlü bir kandırışa girmez mi? Girer elbet. O beni nereye koyarsa koysun, onu çok seviyorum. Bundandır ki en çok ona kızarım, ona ağlarım, onu kıskanırım, onu düşünür, ona gülerim ama bilmez o. Bilmeyecek, bu yükle onu boğmaya hakkım yok benim.
Çalışmam gerek artık, hedefe ulaşmak için. Hayatımda hiç yapmadığım için zor geliyor bana. Hiç çaba harcamamış bir insanın buna karar verip yapması nasıl zor bilemez kimse. Çok zor, özellikle kendi yarattığımız zaman kavramının içinde hapsolup akıp geçtiğine kendimizi inandırdığımızda. Uzun zamandır yazmıyordum. Kaçmam gerekiyordu içimdeki karanlıktan. Yazmak rahatlatmaz, öyle gelir, ama yazmak yüzleştirir. Yüzleşmek eğer sorun gerçekten büyük değilse rahatlatıcıdır, aksi halde yıkıcı bile olabilir.
Bir dahaki yazımın umut içermesini isteyerek bitireceğim bu yazıyı. Her ne kadar umut kavramıyla ilgili de bambaşka düşüncelerim olsa da. Bir ara yazarım onu da. Siyah yazımın sonuna geldik. Kimsenin okuyamayacağı başka bir yazıda görüşmek üzere.
Güzel bir ailem var, güzel insanlarla arkadaşım, güzel bir adama aşığım. Güzel bir kariyer hayalim var. Güzel bir işte çalışıyorum.
Burdaki ''güzel'' çok güzel bir kılıf işte. Cümle devamlarındaki 'Ama' ları attığımdan her şey ne kadar da yolunda gözüküyor. Ey hayatımın bölmelerindeki güzel sıfatları ey! Ben yeterince güzel değilim belki de. Çünkü bu güzellikler içinde iyi olamıyorum ben.
Hayatımı tek bir kelimeyle tanımlamayı seçsem ''belirsiz'' sözcüğünü seçerdim. İstediğim bölüme ulaşıp ulaşamayacağım: belirsiz. Güzel arkadaşlarımın beni ne kadar anlayabildikleri: belirsiz. Güzel kariyerime ulaşıp ulaşamayacağım: belirsiz. Aşık olduğum güzel adamla aramızda bir şey olabileceği ihtimali: belirsiz. Çalıştığım güzel işin nereye kadar süreceği: belirsiz, güzel ailemin güzel bir parçası olup olmadığım: belirsiz.
Ben tecrübelerimden tek bir şey öğrendim. Her şeyden şüphe etmem gerektiğini. Hayatımdaki her şeye şüpheyle yaklaşıyorum, hemen hemen her şeyi sorguluyorum. Sonuç olarak da mutsuz oluyorum. 4 yıldır okuyor gibi yaptığım bölümü sorguladım, şüphe duydum, bana göre olmadığını gördüm. Bunu insanlara açıklayamıyorum. Umrumda bile değil anlayıp anlamamaları aslında. Kendime açıklayabildiğim sürece kimseye anlatmak gibi bir derdim yok. Kendimi de açıklamak konusunda çok başarılı olduğum söylenemez ne de olsa.
Beni en iyi anladığını düşündüğüm bir insan vardı. Bir erkek. En çok ona yakın hissetmiştim kendimi. Artık eski yakınlığımızdan da eser yok zaten. Anlaşılan ben bir an yalnızlığımdan uzaklaşırken onunla tanışmak beni daha da yalnızlaştırmış. Şüphe eden ve tek başınalığı her koşula tercih eden benim fikrimi değiştirmeye yaklaştırmış ki beni iyice yalnızlaşmışım. Kendimle kalmak bile bana onu hatırlatıyor. Ben de kendimden uzaklaşmak istiyorum ama mümkün değil. Durumumuz, belirsiz ve hep öyle kalacak.
Çok sevdiğim arkadaşlarım, dostlarım var. İçimi döküyorum bazılarına, hikayelerimi anlatıyorum, umrunda olmayı diliyorum kendi içimden, belki oluyorumdur da. Açıkçası hikayelerimin sıkıcı bulunmasından hoşlanmıyorum, ama buluyorlardır. Bir süre sonra ordaki hikaye benim olmaktan çıkıyor, okudukları bir romanmış muamelesi görüyor bir süre, daha sonra ayna onlara dönüyor ve onların acıları, tecrübeleri akıyor dudaklarından bana doğru. Başkasından tavsiye istemenin sevdiğim yanı budur. İnsan bir şeyler önerirken kendi hayatından parçalar aktarır karşısına. Ben bunu görmeyi ve gözlemlemeyi severim. Karşımdakini gerçek hissetmemi sağlıyor bu. Tavsiye veren insan yapay değildir o an, olamaz.
Yalnızlık hissim asla geçmeyecek, hayat boyu. Bu kadar yılı bunu kabullenmeye harcamıştım. Ve diye geçiriyorum içimden, aşık oldum. Hoşlanıyorken bile istememiştim onu. Aşık olmaktan iyice haz etmiyorum. Onu sevebileceğim her şekilde seviyorum. Herkesten çok. Ama istemiyorum bunu. Hiç hem de.
Onun için yerimi hiç bilmiyorum, kimsenin hayatındaki yerimi bilmediğim gibi. Sormak, bilmek istemek küstahça geliyor. Herkes biraz küstah bu gibi durumlarda. Küstahça öğrenmeye, anlamaya çalıştığım oluyor benim de. Gösteren biri değildir, benim gibi. Ama hiç göstermemek de garip değil mi? Kendimi kandırmaktan hoşlanmam, bunu istemiyorum. Ama aksine inanmak, hiç değerim yok heralde demek de zıt yönlü bir kandırışa girmez mi? Girer elbet. O beni nereye koyarsa koysun, onu çok seviyorum. Bundandır ki en çok ona kızarım, ona ağlarım, onu kıskanırım, onu düşünür, ona gülerim ama bilmez o. Bilmeyecek, bu yükle onu boğmaya hakkım yok benim.
Çalışmam gerek artık, hedefe ulaşmak için. Hayatımda hiç yapmadığım için zor geliyor bana. Hiç çaba harcamamış bir insanın buna karar verip yapması nasıl zor bilemez kimse. Çok zor, özellikle kendi yarattığımız zaman kavramının içinde hapsolup akıp geçtiğine kendimizi inandırdığımızda. Uzun zamandır yazmıyordum. Kaçmam gerekiyordu içimdeki karanlıktan. Yazmak rahatlatmaz, öyle gelir, ama yazmak yüzleştirir. Yüzleşmek eğer sorun gerçekten büyük değilse rahatlatıcıdır, aksi halde yıkıcı bile olabilir.
Bir dahaki yazımın umut içermesini isteyerek bitireceğim bu yazıyı. Her ne kadar umut kavramıyla ilgili de bambaşka düşüncelerim olsa da. Bir ara yazarım onu da. Siyah yazımın sonuna geldik. Kimsenin okuyamayacağı başka bir yazıda görüşmek üzere.
6 Mart 2013 Çarşamba
Öf.
Zamanı geldi. Tekrardan kelimelere sığınmamın vakti tam olarak. Tınıları, melodileri, ahengi tekrar kulaklarımda hissetmenin.
Benzetmelere, metaforlara, betimlemelere boğmak istemiyorum kelimeleri. Yalın, sade, zarif istiyorum onları. Mutsuzluğumu ve acılarımı yansıtmak istiyorum sadece. Çünkü kimseye yansıtamıyorum.
Ona aşığım ben. Kimseye söyleyemiyorum. Kendime bile.
Onu özlüyorum, yokluğunda çok mutsuzum.
Tesadüflerin bize uğramaması canımı yakıyor. Plansız görüşmelerimizin, gelişigüzel, beklenmedik anılarımızın olamayışı.
Belirli zaman dilimlerinde görüşüp, kısıtlı vakitler içine sıkışmanın stresi içinde ona doyamamaya katlanamıyorum.
Ben birini daha yanından ayrılmadan özleyebilmenin ne demek olduğunu biliyorum.
Ben hayatının her anını paylaşmak istediğin insanı kendi hayatının bir parçası yapamamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum.
Ben her gün uyandığın şehrin geçtiğin hiçbir köşesinde ona ait imgeler bulamamana rağmen o insanı anabilmenin nasıl mümkün olduğunu biliyorum.
Ben ürkütücü derecede benzer olayları, yaklaşık zaman kesitleri içinde birbirinden habersizce yaşamanın ne demek olduğunu da biliyorum.
Ben iletişim güçlükleri çevreni sardığında bile bir yolunu bulup klavyeden çıkan sözcüklerin yetersizliğinde satır aralarına nasıl özlem sarmalanır, biliyorum.
Ben yakın zaman içinde görüşmek istesen bile çok önceden belirlemeden görüşemeyeceğin insanla vedalaşmanın ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum.
Ben her gün içinde onunla paylaşacak ne kadar çok şey biriktirilebileceğini ve yeniden onu göreceğin zamana kadar ''ona anlatmalıyım'' dediğin şeylerin ne de güzel aklından silinebildiğini biliyorum.
Ben eğer yakınında olsa o kadar önemli olmayacak meselelerin mesafenin ezici üstünlüğünden ötürü ne kadar da büyükleştiğini fazlasıyla iyi biliyorum.
Ben ıraklıkların insanları soğutup uzaklaştırdığına inanmak istiyorum.
Fakat ona inanamıyorum, öyle bir şey varsa da işte onu bilmiyorum.
Benzetmelere, metaforlara, betimlemelere boğmak istemiyorum kelimeleri. Yalın, sade, zarif istiyorum onları. Mutsuzluğumu ve acılarımı yansıtmak istiyorum sadece. Çünkü kimseye yansıtamıyorum.
Ona aşığım ben. Kimseye söyleyemiyorum. Kendime bile.
Onu özlüyorum, yokluğunda çok mutsuzum.
Tesadüflerin bize uğramaması canımı yakıyor. Plansız görüşmelerimizin, gelişigüzel, beklenmedik anılarımızın olamayışı.
Belirli zaman dilimlerinde görüşüp, kısıtlı vakitler içine sıkışmanın stresi içinde ona doyamamaya katlanamıyorum.
Ben birini daha yanından ayrılmadan özleyebilmenin ne demek olduğunu biliyorum.
Ben hayatının her anını paylaşmak istediğin insanı kendi hayatının bir parçası yapamamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum.
Ben her gün uyandığın şehrin geçtiğin hiçbir köşesinde ona ait imgeler bulamamana rağmen o insanı anabilmenin nasıl mümkün olduğunu biliyorum.
Ben ürkütücü derecede benzer olayları, yaklaşık zaman kesitleri içinde birbirinden habersizce yaşamanın ne demek olduğunu da biliyorum.
Ben iletişim güçlükleri çevreni sardığında bile bir yolunu bulup klavyeden çıkan sözcüklerin yetersizliğinde satır aralarına nasıl özlem sarmalanır, biliyorum.
Ben yakın zaman içinde görüşmek istesen bile çok önceden belirlemeden görüşemeyeceğin insanla vedalaşmanın ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum.
Ben her gün içinde onunla paylaşacak ne kadar çok şey biriktirilebileceğini ve yeniden onu göreceğin zamana kadar ''ona anlatmalıyım'' dediğin şeylerin ne de güzel aklından silinebildiğini biliyorum.
Ben eğer yakınında olsa o kadar önemli olmayacak meselelerin mesafenin ezici üstünlüğünden ötürü ne kadar da büyükleştiğini fazlasıyla iyi biliyorum.
Ben ıraklıkların insanları soğutup uzaklaştırdığına inanmak istiyorum.
Fakat ona inanamıyorum, öyle bir şey varsa da işte onu bilmiyorum.
22 Ocak 2013 Salı
Live Fast, Die Young
Yıllar sadece geçti. Sadece geçtiler işte. Ben hiç
değişmedim. Büyümek denen o şey benim başıma gelmedi. Ben hayatı anlayamadım, o
kalıpların içine giremedim. Yapmamız gereken şeylerin olması çok saçmaydı
çünkü. Hala öyle. Bu düzenin devamını getirecek pas rengi teker parçaları olmak
fikrinden tiksiniyorum. Paradan tiksiniyorum. Bir şeyi mecbur olduğum için
yapma duygusundan tiksiniyorum.
Ben yaşamıyorum bu hayatı. Yaşamayı hep reddettim, inatla
reddediyorum ve sadece canım yanıyor. Hayal kırıklığından ibaret oluyorum
sonra. Ben bir şeyler öğrenmeyi seviyorum. Öğrendiklerimi geliştirmeyi,
hayallerimin kemiklenmesini sağlamalarını. Ama bir şeylere zorunlu olmayı
sevmiyorum. Büyümek sevmediğin şeyleri yapabilmek demek. Hayat da sevmediğin
şeyleri sevdiklerine ulaşabilmek için yapabildiğin zaman başlıyor. Ben hayatı
da sevmiyorum. Benim rüyalarım daha güzel, benim yaşam kavramım çok güzel. Ama
gerçek değil. Bütün mesele o işte. Gerçek değil. Ve ben, gerçeği sevmiyorum.
Artık yaşamayı o kadar istemiyorum ki. Bu çok ergen bir laf,
herkes öyle der, ben de duysam öyle derdim. Yok ama, yapamıyorum ben. Hayat
dediğiniz şeyin içinde o kalıpların bir parçası olarak var olamıyorum.
Farklılık yaratmak için o yoldan geçecek irade yok bende. Ve siz, hiçbiriniz
bunu anlamayacaksınız. Ben de anlatamayacağım. Bıktım ama, sadece bu, bıktım
artık.
Keşke ben de o gurur tablosunda bir fırça izi olabilseydim.
Ailem için, dostlarım için, tanıdıklarım için. Değilim. Ben sizin o
başarısızlık dediğiniz şeyim. Benim özel gücüm o. Başarısız olmak. Pes etmek,
çünkü mücadele etmek istemiyorum, hiç istemedim. Şımarıklık gibi gözükse de,
hem korkağım, hem iradesizim, hem acizim işte. Ne derseniz oyum. Başaramamak
için ne gerekiyorsa bende var ondan. Seçme şansım olsa, olmamayı seçerdim.
Hayattan bağımsız olarak düşünmeyi ve duyguları sevdim,
insanları ve insanların his ve fikirlerin yansıtılışını sevdim, başka bir
deyişle sanatı sevdim. Hayallerimi sevdim, başkalarının hayallerini. Kişileri tanımayı,
hayallerine destek olmayı. Rüyalarımı sevdim. Bir tek orda özgürdüm belki
ondan. Hayatı sevmiyorum ama. Doğayı seveceğim, sanatı da, gerçek insanları da,
öğrenmeyi de, uygulamayı da, düşünmeyi de, dinlemeyi de, hissetmeyi de,
koklamayı da, tatmayı da, keşfetmeyi de. Ama sizin yarattığın bu hayat düzenini
sevmeyeceğim. Bana yer yok orda. Anlamayacaksınız. Anlatamayacağım. Ama
istemiyorum. Sadece bu eylemde binlerce sayfa saklıyorum. İsteyemiyorum.
23 Aralık 2012 Pazar
Dream On.
‘’Hak etmek’’ kavramını hep yanlış anladık biz. Sonunda öyle
otoritelere dönüştük ki kimin neyi hak ettiğine karar veren tutarsız zümreler
oluverdik. Bir baktık ki insanların hayatını ne şekilde yaşamaları gerektiğine bile karar
verebilecek merciler olmuşuz bir anda.
Nasıl oldu bu peki? Merak ediyorum.
Günlük konuşmalarınızı düşünün. ‘’Neyine güveniyor da
istiyor bunu?’’ hep bunu sorguluyoruz. Her konuda yapıyoruz bunu üstelik.
Herkes bir şeyler istemekte, onun hayalini kurmakta özgür değil midir? Neden
belirli kalıplar yaratıp birinin isteklerini o kalıp içinde gerçekleşmesinden
yanayız peki? Bunu sorgulayan yok.
Hayal kurmak, düş kurgulamak konusunda özgür değil midir her
birey? Özgürdür. Çünkü biz hayal gücümüz kadar varızdır. Düşüncelerimiz kadar
özgürüzdür. Ne kadar çok düşünürsek o kadar çok hayal gücümüzün kuvvetlendiği bir gerçektir. Her istediğimiz olmaz. Çok istesek dahi bazı şeyleri
olduramayabiliriz evet. Fakat, her şeyi istemekte özgürüz. Öyle olmalıyız en
azından. Bir insanın karşısına geçip ''sen bunları isteyemezsin çünkü sen bunları isteyemeyecek kadar eksiksin’’ diyemez kimse, diyememelidir. Madem
hiçbirimiz mükemmel değiliz, hiçkimsede de başkasının hayallerine el uzatacak
kudret olmamalıdır, yoktur da zaten.
Herkesin aşina olduğu bir örnek vereyim size. Hepimizin en
çok konuştuğu, deştiği bir konu üzerine vereceğim bu örneği. Bir insan, bir başkasından hoşlanıyor
olsun. O başkasıyla hemen yakışıp yakışmadıklarına karar vermeye çalışır yakın
çevreleri bir anda. Neden? Bilmiyorum. Kıyaslanmaya başlarsınız anında. İkiniz
de o an onların beyinlerindeki teraziye karşılıklı olarak çıkıverirsiniz ve hak
edilip edilmediğiniz, isteyip isteyemeyeceğiniz sorgulanmaya başlanır. İşin
garibi siz de dinlersiniz. Üstelik, ne yazık ki sizin de aklınızda var o teraziden, yeri geldiğinde
siz de tanımadığınız insanları o terazilere çıkarır ve karar merci
olursunuz bir anda.
Hayal gücü başkasına aktarıldığı anda sınırlanıverir.
Hayallerimizin sınırları başka insanların bakış açıları olmamalı. Onları
kurgulamadan önce başkalarına danışmıyorsak bir hayali de yeterliliğini ölçmek
için paylaşmayız yakınımızda gördüklerimizle.
Herkesin bir ideası vardır kafasında oluşturduğu. Her konuda
bir düşü vardır. Ve bu elbette sınırlardan uzak, sonsuz ve kurgusal olacaktır.
Ulaşmak için göstereceği çaba bir tek onu ilgilendirir. Başarıp başaramayacağı da. Kararlar ona ait
olmalıdır. Ne zaman ki başka gölgelerle çevrelenir o hayal, işte o zaman
karanlığa gömülüp çevresine çizgiler çekmeye mahkum edilir. Hayallikten çıkar,
derya olabilecekken göl olarak kalıverir.
Özgür bırakın başkalarının düşüncelerini, hayallerini ve
isteklerini. Onlar sizin asla anlayamayacağınız bir boyutta size gösterilenden
çok daha derindirler. Çıplak gözle ve/veya çıktığı zihinden başka bir zihin
tarafından ölçülemezler. Bırakın neyin neye denk olduğuna karar vermeye çalışmaya. Gereksiz denklemlerinizi hayata bulaştırmayın. Hayal kurun sadece.
Bırakın insanlar istesinler. İnsan hayal gücünü kullanabildiği kadardır.
4 Aralık 2012 Salı
I'd Rather Dance with You
Kimyasallar ve Duygular
Duygular. Hayatı karmaşıklaştıran kesinlikle duygularımız. Her şeyi algılayabiliyoruz bir miktar. Matematikselleştirerek mantıklı açıklamalar
yapabiliyoruz ama hisler söz konusu olunca bunu yapamıyoruz. Verilerimiz hiçbir
zaman yeterlii olamıyor çünkü. En ufak bir anın bile o kadar çok tetiklediği
duygu varken bu pek mümkün değil. Sadece bir anı yaşarken, bir cümleyi düşünüp
sorgularken bile kaç tane dugunun devreye girdiğini hesaplayabilme olasılığımız
yok. Yaptığımız çıkarımlar bile geçmişimizle, duygularımızla bağıntılı çünkü.
Her şeyi hormonal olarak açıklamaya çalışsak bile yeterli
olmayan çok şey var. Her davranışın her cevabın altında çok fazla başka
yaşanmışlık var duyguları tetikleyen. Anılar birikip davranış şekline etkiyor
ve bir insanın bir sonraki hamlesini onu analiz ederek bulmaya çalışmak bile
işin içinden çıkılmaz olasılık hesaplarından başka bir şey değil. Duygular bize
bile yapmamız düşünülmeyen şeyler yaptırabiliyorlar. Güçlü ve çekimser olarak
bile ayıramayız duyguları çünkü potansiyellerini hesaplamak bile bir yerde
olasılık dahilinde değil. Yanılma payını sıfıra indirgemek neredeyse imkansız.
Her duygu farklı olaylarda başrol olmaya meyilli olabilir.
Bir insan analizi yapmak o yüzden çok da mümkün değil o yüzden biz en
olasılıklı olanı değişmez olarak kabul ettiğimiz tek objektif payda olan
olaylar üzerinden yorumlayarak bulmaya çalışıyoruz. En mantığa yakın olanı
seçiyoruz. Mantığa yakın olanı olasılığı yüksek olarak kabul etmemize rağmen
yanılabiliyoruz. En kesin gözüyle baktığımız olay bile en beklenmedik ya daha
da az beklenmedik haliyle gerçekleşiyor.
Olaylar arasında bağlantı kurmak önemli elbette. Fakat
aslında, asla tam bir doğru tahmin yürütmemiz mümkün değil. Duygular da bize
yalan söyletebilirler. Duygular bizi kandırabilebilirler.
Bir insana hissettiğimiz şeyin adını koymaya çalışmak da bir
o kadar zor. Çünkü tek bir insana bile tek bir duygu hissetmemizin mümkünatı
yok. Birkaç duygunun birleşimine belirli bir ad verip onu bir kalıp içine
sokmamız ise imkansız. Yalnız olduğumuzu düşündüğümüz anlarda bile en alakasız
gördüğümüz bir insanın tek bir cümlesi, tek bir fikri hayatımıza etkiyip o anda
bile yeni düşünce ve duygusal devinimlere bizi itebilir.
Duygular güçlüler. Korkutucular kanaatimce. Kaçmaya
çalışmanın da bir o kadar faydasız olduğu şeyler. Mantıkla açıklamaya
çalışmanın manası yok bir noktada. Çünkü öyle deyip geçmek lazım. Analiz etmeye
çalışırken bile kendilerini devreye sokmayı başarıyorlar bir şekilde.
Tehlikeliler. Fakat nötrler. Subjektif gözüken bir nötrlükleri var çünkü
potansiyelleri eşit. Etki alanları farklı bile değil. O yüzden öngörülemez ve
tahmin edilemezler. Mantıksallığı içermelerine rağmen çok kolay başkalaşma yeteneğine
sahipler.
Bunu birkaç insanla tartışmak istiyorum. Bu konular üzerine düşünmeyi çok sevdim. Bu yazıyı yazmama neden olan henüz yarısında olduğum filmi de öneririm sizlere. ''Dopamine''. Aşkın Kimyası olarak çevirmişler Türkçe'ye. İzleyin tartışalım.
Bunu birkaç insanla tartışmak istiyorum. Bu konular üzerine düşünmeyi çok sevdim. Bu yazıyı yazmama neden olan henüz yarısında olduğum filmi de öneririm sizlere. ''Dopamine''. Aşkın Kimyası olarak çevirmişler Türkçe'ye. İzleyin tartışalım.
7 Kasım 2012 Çarşamba
The Song Remains The Same.
Yazacak çok şey var. Bir o kadar da yok. Sayfalar sadık. Hep dinlediler beni. Hep olduğu gibi gösterdiler içimdekileri. Onlara güveniyorum. Bir tek onlara artık.
Bütün sonlar kötü müdür? Her son bir başlangıç diyorlar. Her başlangıç da her son da nötr aslında. Ne iyi ne kötü. Bir eğilimleri yok. Zıt kavramları birbirinden soyutlayamayız zaten hiçbir zaman. Acı da içinde mutluluğu barındırır bir bakıma. Mutluluk üzerinden zaman geçtikçe acıya dönüşür genelde. Geride kaldıkça acı verir.
Bitti. Ben gittim bu sefer. O istedi gitmemi. Belki de ben fark ettiğimde o gitmişti bile. Fark eder mi? Artık o yok. Ben de yokum. Biz yok. Yokolduk. Vardan yok olunmazdı hani? Olunur. Olduk.
Anlatmak istemiyorum bu sefer. Ne insanlara ne de sayfalara. Susmak istiyorum. Keşkelerim de yok. Demeyeceğim bu sefer. Beklenmedik. Hayatın tek olayı bu. Beklenmedik olması. Beklentilerim çok farklıydı. Beklemediğim oldu. Hayat acımasız ama nötr. Yine öyleydi. Acımasızdı, adil değildi başıma gelen belki. Hayatın tek garantisi o zaten. Adil olmamak konusunda adil. Suçlamıyorum, yadırgamıyorum da. Olmazsa olmaz. Basit aslında.
Gitti. Ben bittim bu sefer. Acıyor mu kanıyor mu her ne olursa sevmiyorum bu olan şeyi. Oldu ama işte. Yine hem de. Yapacak bir şey yok. Yok işte. O da yok ben de yokum. Biz yokuz. Biz var mıydık ki? Fikir olarak güzel uygulama olarak başarısızdık. Bittik. Gittik. Dönmedik. Bu kadar.
Bütün sonlar kötü müdür? Her son bir başlangıç diyorlar. Her başlangıç da her son da nötr aslında. Ne iyi ne kötü. Bir eğilimleri yok. Zıt kavramları birbirinden soyutlayamayız zaten hiçbir zaman. Acı da içinde mutluluğu barındırır bir bakıma. Mutluluk üzerinden zaman geçtikçe acıya dönüşür genelde. Geride kaldıkça acı verir.
Bitti. Ben gittim bu sefer. O istedi gitmemi. Belki de ben fark ettiğimde o gitmişti bile. Fark eder mi? Artık o yok. Ben de yokum. Biz yok. Yokolduk. Vardan yok olunmazdı hani? Olunur. Olduk.
Anlatmak istemiyorum bu sefer. Ne insanlara ne de sayfalara. Susmak istiyorum. Keşkelerim de yok. Demeyeceğim bu sefer. Beklenmedik. Hayatın tek olayı bu. Beklenmedik olması. Beklentilerim çok farklıydı. Beklemediğim oldu. Hayat acımasız ama nötr. Yine öyleydi. Acımasızdı, adil değildi başıma gelen belki. Hayatın tek garantisi o zaten. Adil olmamak konusunda adil. Suçlamıyorum, yadırgamıyorum da. Olmazsa olmaz. Basit aslında.
Gitti. Ben bittim bu sefer. Acıyor mu kanıyor mu her ne olursa sevmiyorum bu olan şeyi. Oldu ama işte. Yine hem de. Yapacak bir şey yok. Yok işte. O da yok ben de yokum. Biz yokuz. Biz var mıydık ki? Fikir olarak güzel uygulama olarak başarısızdık. Bittik. Gittik. Dönmedik. Bu kadar.
31 Ekim 2012 Çarşamba
Cigarette Burns.
Katlanamıyorum. Duygularımın varlığını unutmak için o kadar çaba harcamıştım, her şeyimi mantık üzerine kurmuştum, kendimi makineleştirmiştim bir nevi. Nerden çıktı bu? Ne alaka ki şimdi? Nefret doluyum.
Duygularımı göstermek, karşıdakine ifade etmek konusunda hiç başarılı biri olamadım ben. Hep sakladım, saklamak adına aksi davranışlarda bulundum, bastırdım onları. Çok uzun zaman da sevdiğim ilüzyonları haricinde gerçekten birine herhangi bir duygusal yaklaşımım yoktu. Canımın yanma ihtimalini en aza indirgemiştim böylece. Acı çekme korkum yüzünden duygularımı saklamaya alışmıştım zaten. Fazla gururlu olmamı ikinci plana atıyorum.
Kabullenme sürecim yeterince acıklıydı. Uzun bir süre reddettim, olabildiğine kaçtım. Her uyumu bir duyguya mal etmek çok büyük bir aptallık olurdu. ''Bu sefer farklı'' cümleleri de hep beni eğlendirirdi. Yine de hiçbir şeye benzetememem biraz ürkütücüydü. Üzerine kimseyle konuşmadım. Susarak karşıladım ne olduğunu çok da bilmediğim şeyi. Kaçmayı düşündüm, her zamanki gibi en iyi çözümüm oymuş gibi geldi. Kaçmak istemedim. İkinci seçeneğim daha basitti. Yok saymak.
İnsanlar hayatıma çok fazla etkimezler. Önceliklerle ilgili ciddi bir sorunum olsa bile genelde yaptığım hatalar insanlar uğruna olmaz, kendi yanlış seçimlerim ya da istemediğim hiçbir şeyi zorlayarak yapamamamla bağdaştırılabilir başarısız olduğum konular.
Benim için önemliydi o. Göstermediğim kadar. Onun yanında olduğum her dakikanın önemi gerçekten çok büyüktü. Sırf bunu hissettiğim için öyle değilmiş gibi davrandım. Umursamazdım, acımasızdım, suskundum. Aslında hiç olmadığım gibiydim. Konuşmak istediklerimi konuşmadım. Anlatmak istediklerimi anlatmadım. Danışmak istediklerimi danışmadım. Paylaşmak istediklerimi paylaşmadım. Koşulların etkisini yadsımasam bile bu biraz da tercihti. Yok saymak istediklerim kendi iç huzuruma mal oldular aslında. Onun yanında rahattım ama onun ortamında değildim aslında. Önceliğimin o olduğunu hissetmemesi gerektiğini düşünüyordum. Bilmiyorum, öyle olması gerekiyordu işte. Neden? Çünkü benim anlayışıma göre duygular gereksiz şeylerdi ve gösterilmeleri saçmalıktı, zavallılıktı. Bunun yanında bir de kocaman bir ego duyguların süzülüp kontrolü ele geçirmesine pek müsade etmez. Bende o kocaman egodan fazlasıyla var.
Bu sefer duyguların yoğunluğu ve inkar evresi davranışlarımı fazlasıyla etkidi. Saçmaladım. Kırıcıydım. Sinir bozucuydum. En önemlisi de yapaydım. Geç kaldığımı hissediyorum. Onu geçtim, kendime bile dürüst değildim ki. Canım yanıyor. Neden inkar edeyim ki. Feci yanıyor hem de. Artık yok sayacak inkar edecek rol yapacak taakatim yok. Çok yanıyor canım. Duygulardan tiksiniyorum. Benim olduklarında hele.
Duygularımı göstermek, karşıdakine ifade etmek konusunda hiç başarılı biri olamadım ben. Hep sakladım, saklamak adına aksi davranışlarda bulundum, bastırdım onları. Çok uzun zaman da sevdiğim ilüzyonları haricinde gerçekten birine herhangi bir duygusal yaklaşımım yoktu. Canımın yanma ihtimalini en aza indirgemiştim böylece. Acı çekme korkum yüzünden duygularımı saklamaya alışmıştım zaten. Fazla gururlu olmamı ikinci plana atıyorum.
Kabullenme sürecim yeterince acıklıydı. Uzun bir süre reddettim, olabildiğine kaçtım. Her uyumu bir duyguya mal etmek çok büyük bir aptallık olurdu. ''Bu sefer farklı'' cümleleri de hep beni eğlendirirdi. Yine de hiçbir şeye benzetememem biraz ürkütücüydü. Üzerine kimseyle konuşmadım. Susarak karşıladım ne olduğunu çok da bilmediğim şeyi. Kaçmayı düşündüm, her zamanki gibi en iyi çözümüm oymuş gibi geldi. Kaçmak istemedim. İkinci seçeneğim daha basitti. Yok saymak.
İnsanlar hayatıma çok fazla etkimezler. Önceliklerle ilgili ciddi bir sorunum olsa bile genelde yaptığım hatalar insanlar uğruna olmaz, kendi yanlış seçimlerim ya da istemediğim hiçbir şeyi zorlayarak yapamamamla bağdaştırılabilir başarısız olduğum konular.
Benim için önemliydi o. Göstermediğim kadar. Onun yanında olduğum her dakikanın önemi gerçekten çok büyüktü. Sırf bunu hissettiğim için öyle değilmiş gibi davrandım. Umursamazdım, acımasızdım, suskundum. Aslında hiç olmadığım gibiydim. Konuşmak istediklerimi konuşmadım. Anlatmak istediklerimi anlatmadım. Danışmak istediklerimi danışmadım. Paylaşmak istediklerimi paylaşmadım. Koşulların etkisini yadsımasam bile bu biraz da tercihti. Yok saymak istediklerim kendi iç huzuruma mal oldular aslında. Onun yanında rahattım ama onun ortamında değildim aslında. Önceliğimin o olduğunu hissetmemesi gerektiğini düşünüyordum. Bilmiyorum, öyle olması gerekiyordu işte. Neden? Çünkü benim anlayışıma göre duygular gereksiz şeylerdi ve gösterilmeleri saçmalıktı, zavallılıktı. Bunun yanında bir de kocaman bir ego duyguların süzülüp kontrolü ele geçirmesine pek müsade etmez. Bende o kocaman egodan fazlasıyla var.
Bu sefer duyguların yoğunluğu ve inkar evresi davranışlarımı fazlasıyla etkidi. Saçmaladım. Kırıcıydım. Sinir bozucuydum. En önemlisi de yapaydım. Geç kaldığımı hissediyorum. Onu geçtim, kendime bile dürüst değildim ki. Canım yanıyor. Neden inkar edeyim ki. Feci yanıyor hem de. Artık yok sayacak inkar edecek rol yapacak taakatim yok. Çok yanıyor canım. Duygulardan tiksiniyorum. Benim olduklarında hele.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)