25 Nisan 2013 Perşembe

Love in an Elevator


Neden kendimizi değersiz hissettirenlere bu kadar değer veriyoruz? Kendimizden parçalar vaad ediyoruz onlara? Birine verebileceğimiz en değerli şey kendimizken üstelik.

Her şeyi neden o insanlarla konuşmak istiyoruz. Korkuyoruz onlara ses titreşimlerimizden kendi beynimizden bölümler aktarırken. Dokunurken çekiniyoruz. Sanki kırılgan olan biz değil de onlarmış gibi. Kendi çaresizliğimizi, narinliğimizi bile onlarınmış gibi nasıl da başkalaştırıyoruz öyle. Sonra? İşte sonra kendimize yabancılaşıyoruz.

Ne ki onları özel kılan? Özel olan hissedilen duygu mu hissettiren insan mı? Kendimizi yeterince yüceltme korkumuzun sonucu başkalarını gözümüzde devleştirmemizin altında yatan şey ne ki? Kendi yetersizliklerimizi başkalarında kapamaya çalışmaya ve sonra verdiğimiz değerin yarattığı kaybetme korkusundan dolayı kendimizden vazgeçmeye neden bu kadar meyilliyiz ki? Bu denli güçsüz olmalı mı insan?

Neye duyulan açlık bu? Bir insana kalbimizden önemli bir parçayı ayırdıktan sonra o yer için gereken özellikleri ona kendimiz eklememizin mantığı nerede ki? O kadar mı yalnızız? O kadar mı aciziz? O kadar mı yetersiziz kendimize karşı?

12 Nisan 2013 Cuma

Yada Yada Yada

İyi değilim. İyi olmaktan kasıt ne ona bile emin değilim ben. Ama emin olduğum şey, iyi hissetmediğim.

Güzel bir ailem var, güzel insanlarla arkadaşım, güzel bir adama aşığım. Güzel bir kariyer hayalim var. Güzel bir işte çalışıyorum.

Burdaki ''güzel'' çok güzel bir kılıf işte. Cümle devamlarındaki 'Ama' ları attığımdan her şey ne kadar da yolunda gözüküyor. Ey hayatımın bölmelerindeki güzel sıfatları ey! Ben yeterince güzel değilim belki de. Çünkü bu güzellikler içinde iyi olamıyorum ben.

Hayatımı tek bir kelimeyle tanımlamayı seçsem ''belirsiz'' sözcüğünü seçerdim. İstediğim bölüme ulaşıp ulaşamayacağım: belirsiz. Güzel arkadaşlarımın beni ne kadar anlayabildikleri: belirsiz. Güzel kariyerime ulaşıp ulaşamayacağım: belirsiz. Aşık olduğum güzel adamla aramızda bir şey olabileceği ihtimali: belirsiz. Çalıştığım güzel işin nereye kadar süreceği: belirsiz, güzel ailemin güzel bir parçası olup olmadığım: belirsiz.

Ben tecrübelerimden tek bir şey öğrendim. Her şeyden şüphe etmem gerektiğini. Hayatımdaki her şeye şüpheyle yaklaşıyorum, hemen hemen her şeyi sorguluyorum. Sonuç olarak da mutsuz oluyorum. 4 yıldır okuyor gibi yaptığım bölümü sorguladım, şüphe duydum, bana göre olmadığını gördüm. Bunu insanlara açıklayamıyorum. Umrumda bile değil anlayıp anlamamaları aslında. Kendime açıklayabildiğim sürece kimseye anlatmak gibi bir derdim yok. Kendimi de açıklamak konusunda çok başarılı olduğum söylenemez ne de olsa.

Beni en iyi anladığını düşündüğüm bir insan vardı. Bir erkek. En çok ona yakın hissetmiştim kendimi.  Artık eski yakınlığımızdan da eser yok zaten. Anlaşılan ben bir an yalnızlığımdan uzaklaşırken onunla tanışmak beni daha da yalnızlaştırmış. Şüphe eden ve tek başınalığı her koşula tercih eden benim fikrimi değiştirmeye yaklaştırmış ki beni iyice yalnızlaşmışım. Kendimle kalmak bile bana onu hatırlatıyor. Ben de kendimden uzaklaşmak istiyorum ama mümkün değil. Durumumuz, belirsiz ve hep öyle kalacak.

Çok sevdiğim arkadaşlarım, dostlarım var. İçimi döküyorum bazılarına, hikayelerimi anlatıyorum, umrunda olmayı diliyorum kendi içimden, belki oluyorumdur da. Açıkçası hikayelerimin sıkıcı bulunmasından hoşlanmıyorum, ama buluyorlardır. Bir süre sonra ordaki hikaye benim olmaktan çıkıyor, okudukları bir romanmış muamelesi görüyor bir süre, daha sonra ayna onlara dönüyor ve onların acıları, tecrübeleri akıyor dudaklarından bana doğru. Başkasından tavsiye istemenin sevdiğim yanı budur. İnsan bir şeyler önerirken kendi hayatından parçalar aktarır karşısına. Ben bunu görmeyi ve gözlemlemeyi severim. Karşımdakini gerçek hissetmemi sağlıyor bu. Tavsiye veren insan yapay değildir o an, olamaz.

Yalnızlık hissim asla geçmeyecek, hayat boyu. Bu kadar yılı bunu kabullenmeye harcamıştım. Ve diye geçiriyorum içimden, aşık oldum. Hoşlanıyorken bile istememiştim onu. Aşık olmaktan iyice haz etmiyorum. Onu sevebileceğim her şekilde seviyorum. Herkesten çok. Ama istemiyorum bunu. Hiç hem de.

Onun için yerimi hiç bilmiyorum, kimsenin hayatındaki yerimi bilmediğim gibi. Sormak, bilmek istemek küstahça geliyor. Herkes biraz küstah bu gibi durumlarda. Küstahça öğrenmeye, anlamaya çalıştığım oluyor benim de. Gösteren biri değildir, benim gibi. Ama hiç göstermemek de garip değil mi? Kendimi kandırmaktan hoşlanmam, bunu istemiyorum. Ama aksine inanmak, hiç değerim yok heralde demek de zıt yönlü bir kandırışa girmez mi? Girer elbet. O beni nereye koyarsa koysun, onu çok seviyorum. Bundandır ki en çok ona kızarım, ona ağlarım, onu kıskanırım, onu düşünür, ona gülerim ama bilmez o. Bilmeyecek, bu yükle onu boğmaya hakkım yok benim.

Çalışmam gerek artık, hedefe ulaşmak için. Hayatımda hiç yapmadığım için zor geliyor bana. Hiç çaba harcamamış bir insanın buna karar verip yapması nasıl zor bilemez kimse. Çok zor, özellikle kendi yarattığımız zaman kavramının içinde hapsolup akıp geçtiğine kendimizi inandırdığımızda. Uzun zamandır yazmıyordum. Kaçmam gerekiyordu içimdeki karanlıktan. Yazmak rahatlatmaz, öyle gelir, ama yazmak yüzleştirir. Yüzleşmek eğer sorun gerçekten büyük değilse rahatlatıcıdır, aksi halde yıkıcı bile olabilir.

Bir dahaki yazımın umut içermesini isteyerek bitireceğim bu yazıyı. Her ne kadar umut kavramıyla ilgili de bambaşka düşüncelerim olsa da. Bir ara yazarım onu da. Siyah yazımın sonuna geldik. Kimsenin okuyamayacağı başka bir yazıda görüşmek üzere.




6 Mart 2013 Çarşamba

Öf.

Zamanı geldi. Tekrardan kelimelere sığınmamın vakti tam olarak. Tınıları, melodileri, ahengi tekrar kulaklarımda hissetmenin.

Benzetmelere, metaforlara, betimlemelere boğmak istemiyorum kelimeleri. Yalın, sade, zarif istiyorum onları. Mutsuzluğumu ve acılarımı yansıtmak istiyorum sadece. Çünkü kimseye yansıtamıyorum.

Ona aşığım ben. Kimseye söyleyemiyorum. Kendime bile.
Onu özlüyorum, yokluğunda çok mutsuzum.
Tesadüflerin bize uğramaması canımı yakıyor. Plansız görüşmelerimizin, gelişigüzel, beklenmedik anılarımızın olamayışı.
Belirli zaman dilimlerinde görüşüp, kısıtlı vakitler içine sıkışmanın stresi içinde ona doyamamaya katlanamıyorum.

Ben birini daha yanından ayrılmadan özleyebilmenin ne demek olduğunu biliyorum.

Ben hayatının her anını paylaşmak istediğin insanı kendi hayatının bir parçası yapamamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum.

Ben her gün uyandığın şehrin geçtiğin hiçbir köşesinde ona ait imgeler bulamamana rağmen o insanı anabilmenin nasıl mümkün olduğunu biliyorum.

Ben ürkütücü derecede benzer olayları, yaklaşık zaman kesitleri içinde birbirinden habersizce yaşamanın ne demek olduğunu da biliyorum.

Ben iletişim güçlükleri çevreni sardığında bile bir yolunu bulup klavyeden çıkan sözcüklerin yetersizliğinde satır aralarına nasıl özlem sarmalanır, biliyorum.

Ben yakın zaman içinde görüşmek istesen bile çok önceden belirlemeden görüşemeyeceğin insanla vedalaşmanın ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum.

Ben her gün içinde onunla paylaşacak ne kadar çok şey biriktirilebileceğini ve yeniden onu göreceğin zamana kadar ''ona anlatmalıyım'' dediğin şeylerin ne de güzel aklından silinebildiğini biliyorum.

Ben eğer yakınında olsa o kadar önemli olmayacak meselelerin mesafenin ezici üstünlüğünden ötürü ne kadar da büyükleştiğini fazlasıyla iyi biliyorum.

Ben ıraklıkların insanları soğutup uzaklaştırdığına inanmak istiyorum.
Fakat ona inanamıyorum, öyle bir şey varsa da işte onu bilmiyorum.


22 Ocak 2013 Salı

Live Fast, Die Young


Yıllar sadece geçti. Sadece geçtiler işte. Ben hiç değişmedim. Büyümek denen o şey benim başıma gelmedi. Ben hayatı anlayamadım, o kalıpların içine giremedim. Yapmamız gereken şeylerin olması çok saçmaydı çünkü. Hala öyle. Bu düzenin devamını getirecek pas rengi teker parçaları olmak fikrinden tiksiniyorum. Paradan tiksiniyorum. Bir şeyi mecbur olduğum için yapma duygusundan tiksiniyorum.

Ben yaşamıyorum bu hayatı. Yaşamayı hep reddettim, inatla reddediyorum ve sadece canım yanıyor. Hayal kırıklığından ibaret oluyorum sonra. Ben bir şeyler öğrenmeyi seviyorum. Öğrendiklerimi geliştirmeyi, hayallerimin kemiklenmesini sağlamalarını. Ama bir şeylere zorunlu olmayı sevmiyorum. Büyümek sevmediğin şeyleri yapabilmek demek. Hayat da sevmediğin şeyleri sevdiklerine ulaşabilmek için yapabildiğin zaman başlıyor. Ben hayatı da sevmiyorum. Benim rüyalarım daha güzel, benim yaşam kavramım çok güzel. Ama gerçek değil. Bütün mesele o işte. Gerçek değil. Ve ben, gerçeği sevmiyorum.

Artık yaşamayı o kadar istemiyorum ki. Bu çok ergen bir laf, herkes öyle der, ben de duysam öyle derdim. Yok ama, yapamıyorum ben. Hayat dediğiniz şeyin içinde o kalıpların bir parçası olarak var olamıyorum. Farklılık yaratmak için o yoldan geçecek irade yok bende. Ve siz, hiçbiriniz bunu anlamayacaksınız. Ben de anlatamayacağım. Bıktım ama, sadece bu, bıktım artık.

Keşke ben de o gurur tablosunda bir fırça izi olabilseydim. Ailem için, dostlarım için, tanıdıklarım için. Değilim. Ben sizin o başarısızlık dediğiniz şeyim. Benim özel gücüm o. Başarısız olmak. Pes etmek, çünkü mücadele etmek istemiyorum, hiç istemedim. Şımarıklık gibi gözükse de, hem korkağım, hem iradesizim, hem acizim işte. Ne derseniz oyum. Başaramamak için ne gerekiyorsa bende var ondan. Seçme şansım olsa, olmamayı seçerdim.

Hayattan bağımsız olarak düşünmeyi ve duyguları sevdim, insanları ve insanların his ve fikirlerin yansıtılışını sevdim, başka bir deyişle sanatı sevdim. Hayallerimi sevdim, başkalarının hayallerini. Kişileri tanımayı, hayallerine destek olmayı. Rüyalarımı sevdim. Bir tek orda özgürdüm belki ondan. Hayatı sevmiyorum ama. Doğayı seveceğim, sanatı da, gerçek insanları da, öğrenmeyi de, uygulamayı da, düşünmeyi de, dinlemeyi de, hissetmeyi de, koklamayı da, tatmayı da, keşfetmeyi de. Ama sizin yarattığın bu hayat düzenini sevmeyeceğim. Bana yer yok orda. Anlamayacaksınız. Anlatamayacağım. Ama istemiyorum. Sadece bu eylemde binlerce sayfa saklıyorum. İsteyemiyorum.
Real Time Analytics