Düşünüyorum da, insanlar için hayatlarında en önemli şey ne diye baktığımda, sürekli gördüğüm şey ya kariyer, ya aşk. Hırslarının esiri olup işlerinde bir numara olmaya çalışırken herşeyden uzaklaşıyorlar ya da, aşkı uğruna kendilerini harcayıp depresif durumlar içine sokulmuş kadınlar, bi zaman bi kıza aşık olup onun için kendine acı vermiş bütün kadınlara piçlik yaparak olmayan bi intikam peşinde koşan erkekler dolanıyor etrafta. İtiraf edelim, hepimiz böyle şeyler yaşayacağız, kariyerimiz için uykusuz geceler geçirip hiç olmadık adamlara yalakalıklar yapıcaz kan ve gözyaşıyla sırf karnımız doysun biraz da lüks bi hayatımız olsun diye kendimizi yiyip bitircez, aşık olup sürünücez köpek olucaz, dostlarımızı bezdiricez, kendimizi eskiticez. Kaçış yok.
Size çözüm önerim ise yine sanat. Ben ne zaman, okul -ki benim iş hayatım olur kendileri - ya da aşkla ilgili sorunların çıkmazına girmiş hissetsem sanata tutundum. Aşık oldum, arkadaşlarımla mutlu günler geçirdim, yalnız kaldım, insanlığa üzüldüm, sorguladım, kızdım, delirdim, şiir yazdım. Her ruh halime uygun şarkılar buldum, dinledim, gitar çaldım, hayatımın her anında kafamda bir müzik listesi oldu hep. Sanat bir kaçış belki de, duygularımızı yansıtmanın, ya da paylaşmanın tek yolu bile olabilir. Arkadaşlarımızla dertleşirken bile hep şarkı sözlerinden cümleler, şiirlerden alıntılar, filmlerden sahneler vermez miyiz zaten. Rutinlikten uzak bir şey sanat, ve en güzel dalı da müzik, çünkü her dal iç içe müzikte, hem sözler, hem melodi, aklında otomatikman hızla çizilen yağlı bir tablo gibi his manzaraları..
Hep derim, hayatımda beynimde çalan müzik durduğu andır kalbimin durup hayata veda ettiğim an. O kadar acele ediyoruz ki yaşamak için, peri masallarına inanmaktan o kadar çabuk vazgeçiyoruz ki müziğin yeryüzündeki büyünün varlığının kanıtı olduğunu göremiyoruz bazen bir ömür boyu.
Yapmayın, sanatı hayatınızdan çıkarmayın, yine aşık olun hem de ömrünüze sığdıracağınızı düşündüğünüzden de fazla, kariyer için kendinizi hırpalayın, ama bir müzik aleti çalın mesela, fotoğraf çekin, resim yapın, şiir, öykü yazın, sanatı hayatınızda tutun. Gerçekten genç kalacaksınız. Yok estetik ameliyat kırışık kremleri, bilmemneler hepsi yalan. Müzisyen insanlara bi bakın, sahnede eski bi grup izleyin mesela, adamların ne kadar genç gözüktüğünü, eski dediğimiz o anlardan hiç bi farkı kalmadığını düşünerek büyülenirsiniz, daha büyük bi ilaç var mı bu dünyada sizi ölümsüz ve genç hissettiren sanattan başka?
Düşünmeyin düşünmeyin bak ben size söyleyim, yok yok yok!
31 Ağustos 2010 Salı
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Aşkın Doğumu ve Ölümü
İyileşen yara kaşınmaya başlar. Ellerine hâkim olamazsın hani. Elin uzanır sana inat ve tırnakların bir ileri bir geri gezinir yaranın üstünde. O an o “iyileşen” yaranın kabuğunu koparırsın ve kanamaya başlar. Eskimiş pıhtıların ardından akar taze kan ve sen kendine aynı yalanı söylersin. “İyileşen yara kaşınmaya başlar” Kaşıyınca yeniden kanamaya başlasa bile.
Artık sevmiyorum dedim. Doğruydu, artık sevmiyordum, artık onu sevmeyi hiç ama hiç sevmiyordum. İtiraf etmek gerekirse - ki genelde hiç gerekmez – biraz da pişmandım onu sevdiğime, keşke diyordum her cümlemin başında, kendimden daha da nefret etmemi sağlayarak, çaresizce keşkeler havuzunda yüzmeyi öğrenmeye çalışıp bataklık gibi o havuzda hareket ettikçe batıyordum. Bir soru geliyor akla bu yazdıklarımı okuyunca, daha önceleri sevmeyi seviyordum da ne değişti artık sevmemeye başladım?
Tam olarak bu soruyu cevaplayabilirim. Ben ona olan aşkımın karşılığında hiçbir şey beklemedim desem çok büyük bir yalan olurdu bu, bekledim elbet, ama bana veremeyeceği hiçbir şey beklemedim. Sadece bana değer vermesi, benim ona verdiğim kadar değil elbette, sadece onun hayatında küçük ama önemli bir parçanın sahibi olmak, onun engin hayatında küçük bir toprağın bana ait olduğunu bilmek. Bu kadar basit, zor olmaktan çok uzak, arkadaşça ufak bir sevgi, doldurabileceğimden de küçük bir parça, yanında olmamın hoşuna gittiğini bilmek belki de. Bana kâğıtlara, sayfalara dökemeyeceğim kadar çok şey ifade eden birinin hayatında ufacık bir anlama sahip olduğumu bilmek, arada bir aranmak, istenmek. Gerçekten bu kadardı tüm istediğim.
Saf ve temizdir aşk, kırmızının en katıksız, kirlenmemiş tonudur. Kıpkızıl bir alev olarak kalbime yerleşmişti aşkı, uzakta saklı bir şekilde yetiştirdim ben onu. Onun varlığından güç alan ve ondan habersiz büyüyen bir canlıydı içimde sevgisi. O bilmedikçe var olacak her canlı gibi doğup büyüyüp ölecekti yine kalbimde. Böyle olsaydı hala severdim, kendi ellerimle yarattığım o canlıyı, Aşk’ı, ama olmadı. Aşk, yapabileceği en büyük hatayı yaptı ve benim kalbimden göründü ona. O kadar büyüleyici o kadar yüce bir canlı yaratmıştım ki, korkuttu O’nu Aşk’ım, kalbimin geçici misafiri ve benim için yepyeni bir kâbus başlattı. Eğer ki onun da kalbinde kalbimin konuğu Aşk’ın yalnızlığını dindirecek bir parça olsaydı, benim misafirim kadar kızıl ve temiz, o zaman benim gördüklerimi görecekti o güzel varlıkta. Aksi oldu. Korku, kaçma içgüdüsünü uyandırdı ve adımları hızlanarak uzaklaştı benden, gönlümü adamaya hazır olduğum sadece bir parça toprak için dilendiğim o kişi.
Onu benden uzaklaştırdığı için, içimdeki Aşk’a artık nasıl herhangi bir sevgi besleyebilirdim ki? Ben onu beslerken, büyütürken, o benden onu besleme nedenimi almıştı, üstelik sadece onun farkındalığını uyandırarak. Eğer hep bir haber kalsaydı Aşk’ımın kaynağı olan o kişi, istediğim o parçayı benimle paylaşacak ve ben onun için dokunmaktan çekindiği, yanındayken üşüdüğü bir buz kalıbını sembolize etmeyecektim. Yine boğazıma ekşi keşkeler dolup beni boğma çabalarına başlamışlardı. Kızgınlık, pişmanlık, hüzün, hayal kırıklığı, korku, Aşk’ın benim için yeni anlamlarıydı bunlar.
Peki, nasıl bu hale gelmişti her şey? Nasıl görünmüştü ki Aşk ona? Üstelik tüm aksi yöndeki çabalarıma rağmen. Bilmiyordum, ama tek bildiğim, içimde yetişirken gittikçe büyüyüp dışa taşmaya çok meraklı olmaya başlamasıydı. Engel olmak gittikçe zorlaşıyordu, onun varlığıyla aynı çevre içinde olduğum anlarda, kalbimin sevgili konuğu bana “normal” de yapmayacağım hareketler yaptırıp, davranışlarımı değiştirmeme neden oluyordu. Daha kötüsü de vardı üstelik; gözlerim. Kalbimde yarattığı kızıl ışınlar gözüme yansıyor ve onu kendi tanrısı kabul eden Aşk’ın duyduğu hayranlık gözlerimden fışkırıyor ve onun bakışlarıyla buluştuğunda ortaya çıkacağı korkusu beni daha da çok geriyordu.
Başka bir tehlike daha mevcuttu, Aşk’ın içimden taşmasını gözlemleyebilecek tek kişi o değildi, çevremdeki diğer insanlar bunun farkına varmaya başlamışlardı bile. Ve yine Aşk, engel oluyordu yalandan cümlelerimin ağzımdan çıkmasına ve gerçek dillendirildikçe kelimelerle etrafa, yeni patlamış bir volkan gibi yayılıyordu. En acısı ise, lavların sadece beni yakmasıydı. Onun soğukluğu karşısında üşüsem mi, utancın lavlarıyla kavrulsam mı kestiremiyordum.
Her ne şekilde olduğunun önemsiz olduğu bir gerçek vardı. Nasıl olursa olsun, kendisi yüzünden hayat bulan ama asla kabullenmek istemeyeceği bir canlının varlığının farkına varmıştı O. Belki beni belki kendini korumak adına, korkunun da verdiği içgüdüsel duruşla, benden ve o gördüğü yücelikten uzak durmaya karar vermişti. Acı gerçek kulaklarıma sertçe bağırıyordu ki elimden hiçbir şey gelmeyecekti. Üstelik yapmam gereken daha zor bir şey vardı; Kalbimdeki davetsiz misafiri öldürmek. Çok direneceğini ve tırnaklarını defalarca kalbime batırarak derin yaralar açacağını biliyordum, ama yapmam gerektiğinin bilincinde olacak kadar da ayıktım. Önce dört duvar ördüm etrafına ve yok saydım Aşk’ı. Çığlıklarını, duvarlara çarpan inletici yumruklarını geceler boyu dinledim. Onu kendi isteyinceye kadar yok edemeyeceğimi tekrar etse de, pes etmemem, aldanmamam gerektiğini biliyordum. Duvarların üzerinden küstahça O’nunla birlikte olan anılarımı resimleyip beynime göndermesine aldırış etmemeye çalışıyordum. Pes ettiğim anlarda, umudumun nasıl da vahşice öldürüldüğünü hatırlatıyordum kendime ve direncimi yeniden keşfediyordum. Zamanla, beslenemedikçe zayıflıyordu, çığlıkları fısıltılara dönüşüyordu, Aşk’ım kalbimden parçalar kemirip izini bırakmaya çalışarak yavaş yavaş ölüyordu. Kötü hissediyordum elbet, bu kadar safça bir varlığın bu hale gelmesi çileden çıkarıcıydı, ama benim elimde değildi böyle olması, üstelik buna sebep olan o sevilesi adamın suçu da değildi bu.
Ben de kan kaybediyordum, ruhum hasar görüyordu, mantığımla duygusallığım iç savaştaydılar, Aşk, duygusallığımın esir düşmüş komutanı, beynimi yıpratmak için elinden geleni yapıyordu. Mantığım duygularımı bastırmayı ve galip gelmeyi başarmıştı. Ama her savaş gibi bu savaşta da kazanan kaybeden kadar bitap düşmüştü. Üstelik mantığım ayıldıkça toprak gözlü adam’ın dostluğunu özler olmuştum.
Zaman, bu yıkımın toparlanıp yaraların iyileşmesine tek ilaç, elbet zamandı. İçimin yangından kül olmuş kent ve kasabalarını zaman onaracaktı ve bir süre yaralar kaşınmamalıydı. Bu yüzden toprak gözlü adamdan kaçma sırası bendeydi belki de. Yine işimiz zamana kalmıştı. Artık doğru gün geldiğinde zaman, akrep ve yelkovanla olmasa da bir şekilde haber gönderecekti.
Yaralarımı iyileştirdiğinde, kasaba ve kentlerim yenilendiğinde işaret verecekti zaman bize ve o zaman ne korku ne başka bir duygu kaçmamızın bahanesi olamayacaktı ve Aşk’ın adını bile anmayacak kadar nankörleşip, birbirimize dost canlısı bakışlarımızla gülümseyerek arkadaşlığımıza tutunacaktık.
Aşk’ın bana dayattığı bir nedenle değil, arkadaşlığın verdiği hisle isteyecektim onun hayatında bir parça olmayı, ihtiyacı olduğunda ağlayacağı bir omuz, gülerken bakmaya ihtiyaç duyduğu gözler, sevincini ve neşesini dışarı akıtmak istediğinde bir bardak gibi bitecektim yanında. Ve zamana teşekkür edecektim. Doğru anı bana getirdiği için.
Bu kadar kirlenmişlikten uzak, saflıkla ışıldayan bir duygunun kalbin içinde doğumuyla, büyürken yalnız kaldığını hissetmesinin ardından, acı, pişmanlık ve hüzünle harmanlanarak ölmesi fazlasıyla ironiktir. Daha da garibi ölümünün ardından yaşanmışlıkların hızla coşkusunun sönmesi ve sönmüş volkanları andırmasıdır. Patlama anında ölümcül izlenimi yaratan işkenceler çektirmesine rağmen soğuduğu an zararsız bir anı halini alır Aşk. Bu yüzden de zıt duyguların oluşturduğu bir tezdir. Yaşarken bu zıtlıkların dengesi insana dengesizliği çağrıştırsa bile bütün verdiği acılara rağmen saflığını yitirmez.
Artık sevmiyorum dedim. Doğruydu, artık sevmiyordum, artık onu sevmeyi hiç ama hiç sevmiyordum. İtiraf etmek gerekirse - ki genelde hiç gerekmez – biraz da pişmandım onu sevdiğime, keşke diyordum her cümlemin başında, kendimden daha da nefret etmemi sağlayarak, çaresizce keşkeler havuzunda yüzmeyi öğrenmeye çalışıp bataklık gibi o havuzda hareket ettikçe batıyordum. Bir soru geliyor akla bu yazdıklarımı okuyunca, daha önceleri sevmeyi seviyordum da ne değişti artık sevmemeye başladım?
Tam olarak bu soruyu cevaplayabilirim. Ben ona olan aşkımın karşılığında hiçbir şey beklemedim desem çok büyük bir yalan olurdu bu, bekledim elbet, ama bana veremeyeceği hiçbir şey beklemedim. Sadece bana değer vermesi, benim ona verdiğim kadar değil elbette, sadece onun hayatında küçük ama önemli bir parçanın sahibi olmak, onun engin hayatında küçük bir toprağın bana ait olduğunu bilmek. Bu kadar basit, zor olmaktan çok uzak, arkadaşça ufak bir sevgi, doldurabileceğimden de küçük bir parça, yanında olmamın hoşuna gittiğini bilmek belki de. Bana kâğıtlara, sayfalara dökemeyeceğim kadar çok şey ifade eden birinin hayatında ufacık bir anlama sahip olduğumu bilmek, arada bir aranmak, istenmek. Gerçekten bu kadardı tüm istediğim.
Saf ve temizdir aşk, kırmızının en katıksız, kirlenmemiş tonudur. Kıpkızıl bir alev olarak kalbime yerleşmişti aşkı, uzakta saklı bir şekilde yetiştirdim ben onu. Onun varlığından güç alan ve ondan habersiz büyüyen bir canlıydı içimde sevgisi. O bilmedikçe var olacak her canlı gibi doğup büyüyüp ölecekti yine kalbimde. Böyle olsaydı hala severdim, kendi ellerimle yarattığım o canlıyı, Aşk’ı, ama olmadı. Aşk, yapabileceği en büyük hatayı yaptı ve benim kalbimden göründü ona. O kadar büyüleyici o kadar yüce bir canlı yaratmıştım ki, korkuttu O’nu Aşk’ım, kalbimin geçici misafiri ve benim için yepyeni bir kâbus başlattı. Eğer ki onun da kalbinde kalbimin konuğu Aşk’ın yalnızlığını dindirecek bir parça olsaydı, benim misafirim kadar kızıl ve temiz, o zaman benim gördüklerimi görecekti o güzel varlıkta. Aksi oldu. Korku, kaçma içgüdüsünü uyandırdı ve adımları hızlanarak uzaklaştı benden, gönlümü adamaya hazır olduğum sadece bir parça toprak için dilendiğim o kişi.
Onu benden uzaklaştırdığı için, içimdeki Aşk’a artık nasıl herhangi bir sevgi besleyebilirdim ki? Ben onu beslerken, büyütürken, o benden onu besleme nedenimi almıştı, üstelik sadece onun farkındalığını uyandırarak. Eğer hep bir haber kalsaydı Aşk’ımın kaynağı olan o kişi, istediğim o parçayı benimle paylaşacak ve ben onun için dokunmaktan çekindiği, yanındayken üşüdüğü bir buz kalıbını sembolize etmeyecektim. Yine boğazıma ekşi keşkeler dolup beni boğma çabalarına başlamışlardı. Kızgınlık, pişmanlık, hüzün, hayal kırıklığı, korku, Aşk’ın benim için yeni anlamlarıydı bunlar.
Peki, nasıl bu hale gelmişti her şey? Nasıl görünmüştü ki Aşk ona? Üstelik tüm aksi yöndeki çabalarıma rağmen. Bilmiyordum, ama tek bildiğim, içimde yetişirken gittikçe büyüyüp dışa taşmaya çok meraklı olmaya başlamasıydı. Engel olmak gittikçe zorlaşıyordu, onun varlığıyla aynı çevre içinde olduğum anlarda, kalbimin sevgili konuğu bana “normal” de yapmayacağım hareketler yaptırıp, davranışlarımı değiştirmeme neden oluyordu. Daha kötüsü de vardı üstelik; gözlerim. Kalbimde yarattığı kızıl ışınlar gözüme yansıyor ve onu kendi tanrısı kabul eden Aşk’ın duyduğu hayranlık gözlerimden fışkırıyor ve onun bakışlarıyla buluştuğunda ortaya çıkacağı korkusu beni daha da çok geriyordu.
Başka bir tehlike daha mevcuttu, Aşk’ın içimden taşmasını gözlemleyebilecek tek kişi o değildi, çevremdeki diğer insanlar bunun farkına varmaya başlamışlardı bile. Ve yine Aşk, engel oluyordu yalandan cümlelerimin ağzımdan çıkmasına ve gerçek dillendirildikçe kelimelerle etrafa, yeni patlamış bir volkan gibi yayılıyordu. En acısı ise, lavların sadece beni yakmasıydı. Onun soğukluğu karşısında üşüsem mi, utancın lavlarıyla kavrulsam mı kestiremiyordum.
Her ne şekilde olduğunun önemsiz olduğu bir gerçek vardı. Nasıl olursa olsun, kendisi yüzünden hayat bulan ama asla kabullenmek istemeyeceği bir canlının varlığının farkına varmıştı O. Belki beni belki kendini korumak adına, korkunun da verdiği içgüdüsel duruşla, benden ve o gördüğü yücelikten uzak durmaya karar vermişti. Acı gerçek kulaklarıma sertçe bağırıyordu ki elimden hiçbir şey gelmeyecekti. Üstelik yapmam gereken daha zor bir şey vardı; Kalbimdeki davetsiz misafiri öldürmek. Çok direneceğini ve tırnaklarını defalarca kalbime batırarak derin yaralar açacağını biliyordum, ama yapmam gerektiğinin bilincinde olacak kadar da ayıktım. Önce dört duvar ördüm etrafına ve yok saydım Aşk’ı. Çığlıklarını, duvarlara çarpan inletici yumruklarını geceler boyu dinledim. Onu kendi isteyinceye kadar yok edemeyeceğimi tekrar etse de, pes etmemem, aldanmamam gerektiğini biliyordum. Duvarların üzerinden küstahça O’nunla birlikte olan anılarımı resimleyip beynime göndermesine aldırış etmemeye çalışıyordum. Pes ettiğim anlarda, umudumun nasıl da vahşice öldürüldüğünü hatırlatıyordum kendime ve direncimi yeniden keşfediyordum. Zamanla, beslenemedikçe zayıflıyordu, çığlıkları fısıltılara dönüşüyordu, Aşk’ım kalbimden parçalar kemirip izini bırakmaya çalışarak yavaş yavaş ölüyordu. Kötü hissediyordum elbet, bu kadar safça bir varlığın bu hale gelmesi çileden çıkarıcıydı, ama benim elimde değildi böyle olması, üstelik buna sebep olan o sevilesi adamın suçu da değildi bu.
Ben de kan kaybediyordum, ruhum hasar görüyordu, mantığımla duygusallığım iç savaştaydılar, Aşk, duygusallığımın esir düşmüş komutanı, beynimi yıpratmak için elinden geleni yapıyordu. Mantığım duygularımı bastırmayı ve galip gelmeyi başarmıştı. Ama her savaş gibi bu savaşta da kazanan kaybeden kadar bitap düşmüştü. Üstelik mantığım ayıldıkça toprak gözlü adam’ın dostluğunu özler olmuştum.
Zaman, bu yıkımın toparlanıp yaraların iyileşmesine tek ilaç, elbet zamandı. İçimin yangından kül olmuş kent ve kasabalarını zaman onaracaktı ve bir süre yaralar kaşınmamalıydı. Bu yüzden toprak gözlü adamdan kaçma sırası bendeydi belki de. Yine işimiz zamana kalmıştı. Artık doğru gün geldiğinde zaman, akrep ve yelkovanla olmasa da bir şekilde haber gönderecekti.
Yaralarımı iyileştirdiğinde, kasaba ve kentlerim yenilendiğinde işaret verecekti zaman bize ve o zaman ne korku ne başka bir duygu kaçmamızın bahanesi olamayacaktı ve Aşk’ın adını bile anmayacak kadar nankörleşip, birbirimize dost canlısı bakışlarımızla gülümseyerek arkadaşlığımıza tutunacaktık.
Aşk’ın bana dayattığı bir nedenle değil, arkadaşlığın verdiği hisle isteyecektim onun hayatında bir parça olmayı, ihtiyacı olduğunda ağlayacağı bir omuz, gülerken bakmaya ihtiyaç duyduğu gözler, sevincini ve neşesini dışarı akıtmak istediğinde bir bardak gibi bitecektim yanında. Ve zamana teşekkür edecektim. Doğru anı bana getirdiği için.
Bu kadar kirlenmişlikten uzak, saflıkla ışıldayan bir duygunun kalbin içinde doğumuyla, büyürken yalnız kaldığını hissetmesinin ardından, acı, pişmanlık ve hüzünle harmanlanarak ölmesi fazlasıyla ironiktir. Daha da garibi ölümünün ardından yaşanmışlıkların hızla coşkusunun sönmesi ve sönmüş volkanları andırmasıdır. Patlama anında ölümcül izlenimi yaratan işkenceler çektirmesine rağmen soğuduğu an zararsız bir anı halini alır Aşk. Bu yüzden de zıt duyguların oluşturduğu bir tezdir. Yaşarken bu zıtlıkların dengesi insana dengesizliği çağrıştırsa bile bütün verdiği acılara rağmen saflığını yitirmez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)