İlk bölümünde son sahnede çocuk karakterin büyüklüğü olan anlatıcının konuşması ve bugün izlediğim bölümünde çocuğun tavrı, mimikleri...
Ne garip bi evreydi çocukluk, üzerine düşünüldükçe inanılmaz keşifler yapılabilecek bi süreç aslında. Hayal ve gerçek arasındaki o kalın perdenin çekilmediği, "hayalgücü"nün hayatın amacı halinde olduğu, sıkıcı, monoton ve gittikçe klişelerle dolan hayatımızın başlamadığı o güzel zaman dilimi.
"Çocuk mu kandırıyorsun?" deriz mesela, oysa ne de güzeldir hala çocukların o körü körüne inandıkları toz pembeliklere inanabilmek. Her insan çocukluğu süresince Neverland'de yaşar bence. Sonunda zorla ordan çıkartılıp, büyümek adı verilen gri tonlamalı evreye geçip, masallara inanmayı bırakırız.
Ne diş perisi, ne noel bana, ne vampirler, ne periler, ne kurtadamlar. Artık "doğaüstü"lüğe inanmayı ve Neverland'de yaşamayı bırakıp dünyanın pek de güzel olmayan gerçekliğiyle yüzleşiriz. Açlık, kaygılar, biçilen roller, yer edinme kaygısı, sevilme isteği gibi yeni gereksiz emeller. Oysa bir çocuk ona şeker verdiğinizde bile mutlu olabilen tek canlıdır.
Hem vardır, hem yoktur. Onun yanında herşey konuşulur, onunla herşey paylaşılır, ne de olsa anlamaz. Bir aynadır çocuk, kendi içimizi döküp nasılsa anlamayacağını düşündüğümüz.
Ne yapması gerektiğinin ya da toplumun tepkisinin ne olacağının kaygısını taşımadığı için, ne yapsa yeridir. Çığlık atsa, hoplasa, zıplasa, yerli yersiz dans etse, üstüne yemek dökse ya da "büyüklerin" yapınca hoş görülmeyecekleri ne yaparsa yapsın, çocuktur o işte, çocukluk yapacaktır.
Ama biz büyükler o kadar başarılıyızdır ki pazarlama ve özendirme konusunda, başına geleceklerden habersiz olan her çocuk büyümek ister.
Bilmezler ki büyüdüklerinde, "büyümek" kelimesinin içinde barındırdığı "büyü" den uzak düşecekler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder