17 Ekim 2010 Pazar

Oyuna Devam...

Ankara’nın en cana yakın mekânlarından biriydi adresimiz, Tunalıyla Kızılay arasında taşıyıcı damar görevi gören Tunus caddesindeki, IF Performance Hall. Heyecan içinde, hışımla adımlarımız sürükledi bizi IF’e doğru, bir saniyesinden bile geri kalsak üzüleceğimiz bir konser çağırıyordu bizi, yolumuza çıkan büyük puntolu Ortaçgil afişleri kalp ritimlerimizin hızını arttırıyordu yaklaştıkça konser alanına.

Vardık ve beklemeye başladık, beklediğimiz her an aklımızda çalınanları kablolarla dışarı aktarabilseydik yüzlerce şarkıyla çınlayacaktı etrafımız, Bülent Ortaçgil şarkılarıyla. O büyülü anın başlangıcını bekliyorduk, Ortaçgil’in dudaklarından dökülecek sözlerle bütünleşmiş melodilerin kanımıza enjekte edileceği birkaç saatin başlangıcını ve zaman bizim sabrımızın yanında oldukça yavaştı.

Dış mekana projeksiyon makinesinden sahnenin görüntüsünün yansıması bizim için en büyük işaretti, o an gelmişti artık, adımlarımız bizim komut vermemize gerek kalmadan içeriye götürdü bizi ve o anda, o mütevazi, gözlerinden yaşadıkları etrafına akan, sihirli, gitar tutan elleri ışıldayan adam ve ekibi sahnede yerlerini aldılar.

Oturdu Ortaçgil, tam karşımıza, elinde akustik gitarı, sanki birkaç dostu ısrar etmiş o da onları kırmamış gibi rahat, huzur verici bir şekilde yerleşti sandalyesine. Konuk müzisyen Turgut Alp Bekoğlu'nu seyirciye tanıtıp, müzisyen dostlarına anlamlı bir bakış attıktan sonra, aklımıza nişan aldı ve oku gitarının yaylarını gerdi ve tınılar dökülmeye başladı tellerden.

Hikayeler anlattı bize, hayata dair, tüm gerçekler gibi çıplak, makyajsız, acı ve tatlının birbirine karıştığı hikayeler. Müziği gösterdi bize, fikirlerin, duyguların, anıların, olayların nasıl vücut bulduğunu notalarda. Yüreğimize dokundu Ortaçgil, uzun zamandır yünlerin içinde sarmalayıp, dokunmaya kapattığımız yüreklerimize.

Durmayan sulardan bahsetti, insanların görünmez barajlarından. Dikti hayatın anlamını gizlediği gözlerini kalabalığa, kimine petunya dedi kimine sardunya, manolyalar gördü, sarmaşıklara karıştı, gülleri kokladı, sümbüllere baktı, gözleri dolmuş nilüferleri andı, hangi çiçek türü olsa fark etmezdi, o biliyordu, su istiyorduk, o da bahçesindeki seyircilerini sevgisiyle, müziğiyle, sözleriyle suluyordu.

Bu iş çok zor dedi, insan yoncalarına, hiç soru sormadan duran insanlardan bahsetti, gürültünün bastırdığı sessiz doğrulardan. Eskiler dedi sonra, onları hatırlatmak istedi bizlere, o söyledi, dinledik biz, düşündük dinlerken, su olduk, ateş olduk bazen, konuşmadık taş olduk, ona odaklandık, yine de oynadık dinlerken, dalıp gittik onunla.

Dostunu yâd etmek istedi sonra, Fikret Kızılok’u hatırlattı. Hüzünle karışık tebessüm belirdi yüzünde ve ona bir şarkı söyledi, onunla yazdığı şarkısını seslendirdi, Fikret’i duyduk biz o söylerken, güldük kara mizahlı sözlerine “uyusun da büyüsün” deyip ninnilerden dem vururken bize.

Ara verelim dedi, hiçbirimizin ara veresi yoktu oysaki bize yüklediği duygu ve düşüncelerin elektriği o kadar fazlaydı ki, kimse etrafındakilerle sohbet edip içindeki fikir fırtınasını dağıtmak istemiyordu. İkinci yarının başlaması saatleri aratmayacak uzunlukta gelen dakikalardan sonraydı.

Bir melodi çalındı kulaklarımıza, yağmur damlaları çiseliyordu sanki, davulun zillerinin tatlı çınlamaları yağmur taneleri gibi ruhumuzu okşuyordu, “dinle yağmuru dinle” dedi Ortaçgil, “huzur bul türküsünde”. Biz de dediğini yaptık, zillerin dalgalı melodilerini taşıdık kulaklarımıza, dışarıda gerçekten yağmur yağarken biz hissediyorduk dört duvarın bizden gizlediği yağmurun her damlasını.

“Herkes kendinden biraz kaçar”, o gece Ortaçgil’in yaptığı biraz da kaçtıklarımızla yüzleştirmekti bizi, ne hayattan ne duygularımızdan kaçabildik o gece. Kulağımıza çalınan dans eden notalarda ve anlattığı hayat hikâyelerinde, kendimizi bulduk, aynaya bakar gibi izledik Ortaçgil’i. Aşk’ı, yalnızlığı, mücadeleyi, görmezden gelmeyi, yitirilmeyi, kalıplara sokulmayı, kaybetmeyi, kazanmayı düşündük. Müziğin insanın özünde ne kadar da var olduğunu gördük.

Herkesin ona karşı hissettiği şey aynıydı, havaya yayılan, Ortaçgil’in çevresinden bize yansıyan o duygu, saygıydı, hayranlıktı. Samimiyeti ve mütevazılığiyle kazandığı ve sonuna kadar hak ettiği saygı. Anlattıklarının netliğiyle yüzümüzde gülümsememizi eksiltmeden dinlediğimiz şarkıları yapan insan olmasının verdiği hayranlık.

Bize çok önemli bir şeyi hatırlatmıştı Ortaçgil, müziğin kitlelerin damarlarına gerçekleri nasıl akıtabileceğini. Yıllardır bunu çok iyi başardığı ise şüphe götürmezdi. Kek kalıbına sokulmaya başlayan müziklerin yanında onunki dizginlenemez özgür ruhlu bir at gibiydi, yıllardan beri hasar görmemiş, dimdik ayakta duran bir at.

Böyle bir konserdi işte, bize bir ayna kadar yakın ve samimi dev, saygı duyulası ustayla söyleşi gibi geçen bir müzik ziyafeti. Konser çıkışı “Nasıl geçti?” sorularına ise çarpık bir gülümsemeyle “Valla, gayet normal” dedik. Oyuna devam, Ortaçgil Ankara’ya daha sık geldikçe, kelimelerle oyunla akıllara nefes almayı öğretmeye devam. Biz hiç etkilenmedik, büyülenmedik desem yalan! Oyuna Devam…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Real Time Analytics