23 Aralık 2012 Pazar

Dream On.


‘’Hak etmek’’ kavramını hep yanlış anladık biz. Sonunda öyle otoritelere dönüştük ki kimin neyi hak ettiğine karar veren tutarsız zümreler oluverdik. Bir baktık ki insanların hayatını ne şekilde yaşamaları gerektiğine bile karar verebilecek merciler olmuşuz bir anda.

Nasıl oldu bu peki? Merak ediyorum.

Günlük konuşmalarınızı düşünün. ‘’Neyine güveniyor da istiyor bunu?’’ hep bunu sorguluyoruz. Her konuda yapıyoruz bunu üstelik. Herkes bir şeyler istemekte, onun hayalini kurmakta özgür değil midir? Neden belirli kalıplar yaratıp birinin isteklerini o kalıp içinde gerçekleşmesinden yanayız peki? Bunu sorgulayan yok.

Hayal kurmak, düş kurgulamak konusunda özgür değil midir her birey? Özgürdür. Çünkü biz hayal gücümüz kadar varızdır. Düşüncelerimiz kadar özgürüzdür. Ne kadar çok düşünürsek o kadar çok hayal gücümüzün kuvvetlendiği bir gerçektir. Her istediğimiz olmaz. Çok istesek dahi bazı şeyleri olduramayabiliriz evet. Fakat, her şeyi istemekte özgürüz. Öyle olmalıyız en azından. Bir insanın karşısına geçip ''sen bunları isteyemezsin çünkü sen bunları isteyemeyecek kadar eksiksin’’ diyemez kimse, diyememelidir. Madem hiçbirimiz mükemmel değiliz, hiçkimsede de başkasının hayallerine el uzatacak kudret olmamalıdır, yoktur da zaten.

Herkesin aşina olduğu bir örnek vereyim size. Hepimizin en çok konuştuğu, deştiği bir konu üzerine vereceğim bu örneği.  Bir insan, bir başkasından hoşlanıyor olsun. O başkasıyla hemen yakışıp yakışmadıklarına karar vermeye çalışır yakın çevreleri bir anda. Neden? Bilmiyorum. Kıyaslanmaya başlarsınız anında. İkiniz de o an onların beyinlerindeki teraziye karşılıklı olarak çıkıverirsiniz ve hak edilip edilmediğiniz, isteyip isteyemeyeceğiniz sorgulanmaya başlanır. İşin garibi siz de dinlersiniz. Üstelik, ne yazık ki sizin de aklınızda var o teraziden, yeri geldiğinde siz de tanımadığınız insanları o terazilere çıkarır ve karar merci olursunuz bir anda.

Hayal gücü başkasına aktarıldığı anda sınırlanıverir. Hayallerimizin sınırları başka insanların bakış açıları olmamalı. Onları kurgulamadan önce başkalarına danışmıyorsak bir hayali de yeterliliğini ölçmek için paylaşmayız yakınımızda gördüklerimizle.

Herkesin bir ideası vardır kafasında oluşturduğu. Her konuda bir düşü vardır. Ve bu elbette sınırlardan uzak, sonsuz ve kurgusal olacaktır. Ulaşmak için göstereceği çaba bir tek onu ilgilendirir. Başarıp başaramayacağı da. Kararlar ona ait olmalıdır. Ne zaman ki başka gölgelerle çevrelenir o hayal, işte o zaman karanlığa gömülüp çevresine çizgiler çekmeye mahkum edilir. Hayallikten çıkar, derya olabilecekken göl olarak kalıverir.

Özgür bırakın başkalarının düşüncelerini, hayallerini ve isteklerini. Onlar sizin asla anlayamayacağınız bir boyutta size gösterilenden çok daha derindirler. Çıplak gözle ve/veya çıktığı zihinden başka bir zihin tarafından ölçülemezler. Bırakın neyin neye denk olduğuna karar vermeye çalışmaya. Gereksiz denklemlerinizi hayata bulaştırmayın. Hayal kurun sadece. Bırakın insanlar istesinler. İnsan hayal gücünü kullanabildiği kadardır.

4 Aralık 2012 Salı

I'd Rather Dance with You


Kimyasallar ve Duygular

Duygular. Hayatı karmaşıklaştıran kesinlikle duygularımız. Her şeyi algılayabiliyoruz bir miktar. Matematikselleştirerek mantıklı açıklamalar yapabiliyoruz ama hisler söz konusu olunca bunu yapamıyoruz. Verilerimiz hiçbir zaman yeterlii olamıyor çünkü. En ufak bir anın bile o kadar çok tetiklediği duygu varken bu pek mümkün değil. Sadece bir anı yaşarken, bir cümleyi düşünüp sorgularken bile kaç tane dugunun devreye girdiğini hesaplayabilme olasılığımız yok. Yaptığımız çıkarımlar bile geçmişimizle, duygularımızla bağıntılı çünkü.

Her şeyi hormonal olarak açıklamaya çalışsak bile yeterli olmayan çok şey var. Her davranışın her cevabın altında çok fazla başka yaşanmışlık var duyguları tetikleyen. Anılar birikip davranış şekline etkiyor ve bir insanın bir sonraki hamlesini onu analiz ederek bulmaya çalışmak bile işin içinden çıkılmaz olasılık hesaplarından başka bir şey değil. Duygular bize bile yapmamız düşünülmeyen şeyler yaptırabiliyorlar. Güçlü ve çekimser olarak bile ayıramayız duyguları çünkü potansiyellerini hesaplamak bile bir yerde olasılık dahilinde değil. Yanılma payını sıfıra indirgemek neredeyse imkansız.

Her duygu farklı olaylarda başrol olmaya meyilli olabilir. Bir insan analizi yapmak o yüzden çok da mümkün değil o yüzden biz en olasılıklı olanı değişmez olarak kabul ettiğimiz tek objektif payda olan olaylar üzerinden yorumlayarak bulmaya çalışıyoruz. En mantığa yakın olanı seçiyoruz. Mantığa yakın olanı olasılığı yüksek olarak kabul etmemize rağmen yanılabiliyoruz. En kesin gözüyle baktığımız olay bile en beklenmedik ya daha da az beklenmedik haliyle gerçekleşiyor.

Olaylar arasında bağlantı kurmak önemli elbette. Fakat aslında, asla tam bir doğru tahmin yürütmemiz mümkün değil. Duygular da bize yalan söyletebilirler. Duygular bizi kandırabilebilirler.

Bir insana hissettiğimiz şeyin adını koymaya çalışmak da bir o kadar zor. Çünkü tek bir insana bile tek bir duygu hissetmemizin mümkünatı yok. Birkaç duygunun birleşimine belirli bir ad verip onu bir kalıp içine sokmamız ise imkansız. Yalnız olduğumuzu düşündüğümüz anlarda bile en alakasız gördüğümüz bir insanın tek bir cümlesi, tek bir fikri hayatımıza etkiyip o anda bile yeni düşünce ve duygusal devinimlere bizi itebilir.

Duygular güçlüler. Korkutucular kanaatimce. Kaçmaya çalışmanın da bir o kadar faydasız olduğu şeyler. Mantıkla açıklamaya çalışmanın manası yok bir noktada. Çünkü öyle deyip geçmek lazım. Analiz etmeye çalışırken bile kendilerini devreye sokmayı başarıyorlar bir şekilde. Tehlikeliler. Fakat nötrler. Subjektif gözüken bir nötrlükleri var çünkü potansiyelleri eşit. Etki alanları farklı bile değil. O yüzden öngörülemez ve tahmin edilemezler. Mantıksallığı içermelerine rağmen çok kolay başkalaşma yeteneğine sahipler.

Bunu birkaç insanla tartışmak istiyorum. Bu konular üzerine düşünmeyi çok sevdim. Bu yazıyı yazmama neden olan henüz yarısında olduğum filmi de öneririm sizlere. ''Dopamine''. Aşkın Kimyası olarak çevirmişler Türkçe'ye. İzleyin tartışalım.

7 Kasım 2012 Çarşamba

The Song Remains The Same.

Yazacak çok şey var. Bir o kadar da yok. Sayfalar sadık. Hep dinlediler beni. Hep olduğu gibi gösterdiler içimdekileri. Onlara güveniyorum. Bir tek onlara artık.

Bütün sonlar kötü müdür? Her son bir başlangıç diyorlar. Her başlangıç da her son da nötr aslında. Ne iyi ne kötü. Bir eğilimleri yok. Zıt kavramları birbirinden soyutlayamayız zaten hiçbir zaman. Acı da içinde mutluluğu barındırır bir bakıma. Mutluluk üzerinden zaman geçtikçe acıya dönüşür genelde. Geride kaldıkça acı verir.

Bitti. Ben gittim bu sefer. O istedi gitmemi. Belki de ben fark ettiğimde o gitmişti bile. Fark eder mi? Artık o yok. Ben de yokum. Biz yok. Yokolduk. Vardan yok olunmazdı hani? Olunur. Olduk.

Anlatmak istemiyorum bu sefer. Ne insanlara ne de sayfalara. Susmak istiyorum. Keşkelerim de yok. Demeyeceğim bu sefer. Beklenmedik. Hayatın tek olayı bu. Beklenmedik olması. Beklentilerim çok farklıydı. Beklemediğim oldu. Hayat acımasız ama nötr. Yine öyleydi. Acımasızdı, adil değildi başıma gelen belki. Hayatın tek garantisi o zaten. Adil olmamak konusunda adil. Suçlamıyorum, yadırgamıyorum da. Olmazsa olmaz. Basit aslında.

Gitti. Ben bittim bu sefer. Acıyor mu kanıyor mu her ne olursa sevmiyorum bu olan şeyi. Oldu ama işte. Yine hem de. Yapacak bir şey yok. Yok işte. O da yok ben de yokum. Biz yokuz. Biz var mıydık ki? Fikir olarak güzel uygulama olarak başarısızdık. Bittik. Gittik. Dönmedik. Bu kadar.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Cigarette Burns.

Katlanamıyorum. Duygularımın varlığını unutmak için o kadar çaba harcamıştım, her şeyimi mantık üzerine kurmuştum, kendimi makineleştirmiştim bir nevi. Nerden çıktı bu? Ne alaka ki şimdi? Nefret doluyum.

Duygularımı göstermek, karşıdakine ifade etmek konusunda hiç başarılı biri olamadım ben. Hep sakladım, saklamak adına aksi davranışlarda bulundum, bastırdım onları. Çok uzun zaman da sevdiğim ilüzyonları haricinde gerçekten birine herhangi bir duygusal yaklaşımım yoktu. Canımın yanma ihtimalini en aza indirgemiştim böylece. Acı çekme korkum yüzünden duygularımı saklamaya alışmıştım zaten. Fazla gururlu olmamı ikinci plana atıyorum.

Kabullenme sürecim yeterince acıklıydı. Uzun bir süre reddettim, olabildiğine kaçtım. Her uyumu bir duyguya mal etmek çok büyük bir aptallık olurdu. ''Bu sefer farklı'' cümleleri de hep beni eğlendirirdi. Yine de hiçbir şeye benzetememem biraz ürkütücüydü. Üzerine kimseyle konuşmadım. Susarak karşıladım ne olduğunu çok da bilmediğim şeyi. Kaçmayı düşündüm, her zamanki gibi en iyi çözümüm oymuş gibi geldi. Kaçmak istemedim. İkinci seçeneğim daha basitti. Yok saymak.

İnsanlar hayatıma çok fazla etkimezler. Önceliklerle ilgili ciddi bir sorunum olsa bile genelde yaptığım hatalar insanlar uğruna olmaz, kendi yanlış seçimlerim ya da istemediğim hiçbir şeyi zorlayarak yapamamamla bağdaştırılabilir başarısız olduğum konular.

Benim için önemliydi o. Göstermediğim kadar. Onun yanında olduğum her dakikanın önemi gerçekten çok büyüktü. Sırf bunu hissettiğim için öyle değilmiş gibi davrandım. Umursamazdım, acımasızdım, suskundum. Aslında hiç olmadığım gibiydim. Konuşmak istediklerimi konuşmadım. Anlatmak istediklerimi anlatmadım. Danışmak istediklerimi danışmadım. Paylaşmak istediklerimi paylaşmadım. Koşulların etkisini yadsımasam bile bu biraz da tercihti. Yok saymak istediklerim kendi iç huzuruma mal oldular aslında. Onun yanında rahattım ama onun ortamında değildim aslında. Önceliğimin o olduğunu hissetmemesi gerektiğini düşünüyordum. Bilmiyorum, öyle olması gerekiyordu işte. Neden? Çünkü benim anlayışıma göre duygular gereksiz şeylerdi ve gösterilmeleri saçmalıktı, zavallılıktı. Bunun yanında bir de kocaman bir ego duyguların süzülüp kontrolü ele geçirmesine pek müsade etmez. Bende o kocaman egodan fazlasıyla var.

Bu sefer  duyguların yoğunluğu ve inkar evresi davranışlarımı fazlasıyla etkidi. Saçmaladım. Kırıcıydım. Sinir bozucuydum. En önemlisi de yapaydım. Geç kaldığımı hissediyorum. Onu geçtim, kendime bile dürüst değildim ki. Canım yanıyor. Neden inkar edeyim ki. Feci yanıyor hem de. Artık yok sayacak inkar edecek rol yapacak taakatim yok. Çok yanıyor canım. Duygulardan tiksiniyorum. Benim olduklarında hele.

20 Ekim 2012 Cumartesi

Spiralling

Bir adam var. Denizin tam ortasında duruyor. Karanlık. Gece ama yakamoz var, denizi gümüş bir pelerin gibi sarıyor. Saten parlaklığı var. Ve adam, denizin tam ortasında. Nasıl ortaladığımız şaşırtıcı ama öyle bir noktada ki adam, nerden bakılırsa bakılsın, her perspektifte ortadaymış gibi duruyor. Sanki kör noktadaymış gibi. Her yerin orta noktasında. Denizin tam ortası. Adresi hep orası olmalıymış gibi.

Kollarını kaldırıyor yukarı doğru. Su damlaları eritilmiş beyaz altın gibi. Her damla ayışığıyla başkalaşmış. Suyun şeffaflığı ışıkla sevişip gümüşü doğuruyor. İzlendiğinin farkında olup sanki refleks olarak kaldırıyor kollarını adam. Saçları hafif uzun. Dalgalı. Yine ışığın oyunları saçlarını parlatıyor. Gümüş ve siyah. Daha doğrusu gri beyaz ve siyahın her tonları var. Renklerin çaresizce ortaya çıkmaya çalışması gibi. Kuyruğa girmişler de itişiyorlar gibi. O kadar çok itiyorlar ki birbirlerini baskın olabilmek için sonunda simsiyah bir görüntü oluşuyor. Dominantlığın ağır basamadığı yerler daha gri. Beyaz yerler ise çarpışmanın geri teptiği ve renklerin zıtlaştıkları için boş bıraktıkları yerler.

Bir adam var. Bir de deniz var. Oysa kayalıkları unuttuk. Yırtıcı görünüyorlar. Sivri olduklarından ötürü. Her ayağa karşı bir tehditler. Adım atanı yaralamak için bekliyor gibiler çıkıntılarıyla denizden dikilen ve onu çevreleyen kayalıklar. Bu kadar tehditkarlarken insanların ilk dikkatini çeken şeyin denizin ortasındaki adam olması ilginç.

Kayalıklar aslında denizin dikenleri. Sanki manzaradan uzaklaşmaya devam etsek deniz karanlıktaki bir gülden farksız görünecek. Uzaklaştıkça şekilleri seçmeyi beynimize bırakmamızın ilginçliğini düşündürüyor aslında manzara. Her bakılan perspektifte ortada kalan denizin ortasındaki adam bakış mesafesi uzadıkça belirsizleşiyor. Artık gözlere inanmanın imkansızlaştığı noktalarda subjektif bir görüntüye dönüşüyor. İş beyinde yorumlamaya geldiği zaman her şey subjektif olmak zorunda zaten.

Herkesin soluduğu oksijen ne kadar stabil ve değişkenleri göz ardı edilebilecek bile olsa aynı sisteme sahip o kadar çok canlı organizmanın -insan gibi- gördüğünü yorumlama biçiminin bu kadar farklılık göstermesi çok enteresan.

Oysa orda ortada bir adam vardı. Denizin ortasında hem de. Kayalıklar bile dikkat çekmiyordu ilk bakışta. Perspektifin sabiti olan o noktada olması da çok tesadüfiydi. Birkaç dakikalık incelemeden sonra ilgi kaybettirecek kadar da sıradan bir manzaraydı. İncelendi. Kafanızı çevirdiğiniz anda birkaç gün sonra hatırlanmamak üzere akılda bir miktar kaldı. Bitti. Fotoğraf çekmek gibi. Üzerinde bu yazıdan bile fazla detayı fark ettiniz aslında. Ama  konuşacak kadar yavaş düşünemediniz ki.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Way way down inside!

Geri dönme yazısı diyelim. Yine ne yazacağıma dair hiçbir fikrim olmadan klavyeyi parmaklarımın akışına bırakıyorum.

Az önce şu konu hakkında düşünüyordum. İnsan ne hissedeceğini seçebilir mi? Başka bir deyişle duygularımızın hükmü bizim elimizde midir?

Cevaptan çok emin değilim. Herkesin farklı bir mekanizması olduğunu düşünüyorum. Kimisi acı çekmeye meyilli. Kimisi ise önceden yaptığı ince hesapların ardından duygularını yönlendirip sonunda onlara olan hükmünü yitiriyor. Fakat bir noktadan sonra büyük çoğunluk artık mantıksal değil duygusal hareket etmeyi önleyemiyor. Duyguların ve mantığın ağır basması ise yine kişinin düşünsel yapısıyla ilgili.

Hayatımda örneklerini çok gördüm. Mantıksal olarak bildiğim insanların duygularına yenilişini ve büyük acılar çektiğini. Bir süre sonra bu döngünün seyretme şekli inkara dönüşüyor genelde. Duygu inkarı ve duyguları alaya alma olarak da özetlenebilir. Bir nevi kolaya kaçma. Yine de mantığı bir baraj duyguları da akıp giden su toplulukları olarak kabul edersek baraj çok da fazla dayanamıyor. Bir yerden o sular sızıyor mutlaka. Sızma şekli yine insandan insana değişkenlik gösteriyor. O kadar fazla parametre var ki, genelde tecrübe ve karakter odaklı olan, ele almak ve kesin bir cevap vermek hiç de mümkün değil o yüzden.

Duygusal insanlar -ki bu kısımda daha çok duygularını dışa vuranları ele alacağım- çok daha rahatlar mantıklarını ön planda tutma çabasında olanlara nazaran. Bunun nedeni iç dünyalarını bir şekilde boşaltabilmeleri benim kanaatimce. İçine atmadıkları, her türlü hislerini dış dünyayla paylaşıp, davranışlarına da rahatlıkla bunu yansıtabildikleri için ne kadar daha çok acı çektikleri izlenimini verseler de rahatlama yöntemleri çok daha kolay. Acı da mutluluk da ve herhangi benzer duygu da paylaşıldığı anda çözünme özelliğine sahip. Kendini ifade edebilmenin verdiği rahatlama hissi de buna tuz biber olacak nitelikte. Dolayısıyla duygusal insanların yoğun duygularını dışa akıtarak arınma yöntemleri aslında onları çok daha sağlıklı bireyler yapıyor olabilir.

Mantıksal insan duygularını herdaim içe mi atıyor peki? Yaptığı şeyin birazcık şu olduğunu düşünüyorum; duygulara mantıksal açıklamalar getirip, kendi kendine analiz etmeye çalışma ve aynı zamanda duyguları mantıken kişisel olarak kabul ettiğinden dışa vurmanın gereksiz olduğunu düşünme ve içinde halletmeye çalışma. Analitik bakış açısına sahip bir bireyin bu şekilde hareketi dışardan onu duygularını ikinci plana atmış gibi gösterse de içinde yaşadığı buhranların artışına yol açıyor olabilir. Duygu ya da mantık arasında mantığı seçen bir kişi, duygularını bastırmak için duygusal insanın yapmadığı fazladan bir çaba içine giriyor. Bu ekstra çaba çok daha yorucu ve aslında gizli bir duygusallık yarattığından çok daha tehlikeli. Çünkü esasen bir erteleme hali söz konusu. Bu erteleme ne kadar önlem alma gibi gözükse de o duyguların sızma şekli çok daha farklı oluyor. Bu tarz insanların daha çok sanata yöneldiğine dair bir düşüncem var.

Bu durumda şunu da söyleyebiliriz ki, aslında her insanın duygulara sahip olmak zorunda olduğunu düşünürsek mantıksal insanlar da aslında gizli duygusallardan oluşuyor. Hayatlarında verdikleri mantıksal kararlar çok daha yararlı gözükse de duygularını içlerinde yaşayıp dışarı yansıtmak konusunda başarısız ya da isteksiz oluyorlar. Sızma noktası ise bahsettiğim gibi sanat. Sanat duyguların en iyi ifade edildiği yer olduğundan bu yöntem bir kaçış gibi gözükse de çok daha değerli olarak görülebilir, görülmeli de. Bu konuya eğilimi olmayanların ise işi çok daha zor bence.

Sen hangi taraftasın peki diye sorarsanız, kendimi yeterince ele verdiğimi düşünüyorum. Daha fazla detaya inmek isterdim ama tartışmak isterseniz herdaim kapım açık. Daha fazlası yazının okunulabilirliğini düşüreceğinden dolayı son bir şarkıyla günü kapamak isterim.

Godspeed! You Black Emperor - Athennas To Heaven 

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Tell Me Baby

Bir de benim cevaplarımı görün istedim. Siz de hala görmediyseniz yapın anketi. Müziğe tutkunsanız eğleneceğinizi garanti ediyorum ben. Kafama ıslak odunla vurun beğenmezseniz. İddialıyım.



  • Sevdiğiniz insana ithaf etmek istediğiniz şarkı? Led Zeppelin - Since I've Been Loving You
  • Birinin size ithaf etmesini istediğiniz şarkı? Beatles - Girl
  • Dinlerken en çok üzüldüğünüz şarkı? Keane - Somewhere Only We Know
  • Dinlerken en çok sevindiğiniz şarkı? Manu Chao - Mr. Bobby
  • Arka arkaya dinlemekten kendinizi alamadığınız şarkı? Guns N Roses - Paradise City
  • Sevdiğiniz halde bir sebepten dinleyemediğiniz şarkı? Judas Priest - Angel
  • Çok sevmediğiniz halde kendinizi dinlemekten alamadığınız bir şarkı? Armin Van Buuren - Who Is Watching
  • Ders çalışırken dinlemenin hoşunuza gittiği bir şarkı? Jethro Tull - Bouree
  • Güz, Kış, Bahar ve Yaz’la bağdaştırdığınız şarkılar? 
  • Kış: Snow Patrol - Chasing Cars
  • Güz: Bon Jovi - Blaze of Glory
  • Bahar: Just Jack - Starz In Their Eyes
  • Yaz: Jamiroquai - Hot Tequila Brown
  • Dinlerken öpüşmek istediğiniz bir şarkı? Guano Apes - Quietly
  • Dinlerken sevişmek istediğiniz bir şarkı? Flunk - See Thru You
  • Dinlerken küfretmek istediğiniz bir şarkı? Guns N Roses - It's So Easy
  • Dinlerken dans etmek istediğiniz bir şarkı? Queen - Crazy Little Thing Called Love
  • Söylemekten en çok keyif aldığınız şarkı? Led Zeppelin - Whole Lotta Love
  • Hayatınızı ya da sizi özetleyen şarkı? Radiohead - Fake Plastic Trees
  • Karşı konulamaz bir çekim duyduğunuz bir şarkı? Kings of Leon - Sex On Fire
  • Dinlediğinizde verdiği hissi tanımlayamadığınız bir şarkı? Mazzy Star - Hair And Skin
  • Dinlemeyi en çok özlediğiniz şarkı? Pink Floyd - Echoes
  • Çok sevmediğiniz bir grubun/şarkıcının sevdiğiniz tek şarkısı? Flo Rida - Good Feeling
  • Dinlerken size sarhoşmuş hissi veren bir şarkı? Pink Floyd - Shine On You Crazy Diamond
  • Dinlediğiniz an sebepsiz moral bozan bir şarkı? Bat For Lashes - Daniel
  • Daha iyi hissetmek için dinlediğiniz bir şarkı? Bob Marley - Three Little Birds
  • Yürüyüş yaparken dinlemekten hoşlandığınız bir şarkı? AC/DC - TNT
  • Uykuya dalmadan önce dinlemek istediğiniz bir şarkı? Portishead - Roads
  • Hiçbir noktaya koyamadığınız ama sevdiğiniz bir şarkı? Pixies - Where Is My Mind
  • En çok çalmak istediğiniz şarkı? Pearl Jam - Yellow Ledbetter
  • Bir şarkı olsaydım bu olurdum dediğiniz bir şarkı? Guns N Roses - Estranged
  • Günlük hayatta en çok alıntı yaptığınız şarkı? Led Zeppelin - Dazed and Confused
  • Melodisini sevmediğiniz halde sözleri için dinlediğiniz bir şarkı? Jennifer Lopez - Ain't It Funny
  • Sözlerini saçma bulduğunuz halde melodisi için dinlediğiniz bir şarkı? Justin Timberlake - Like I Love You
  • Dinlediğinizde sizi korkutan bir şarkı? Porcupine Tree - Time Flies (klibiyle birlikte)
  • İçinde bulunduğu albümden bağımsız dinleyemeyeceğiniz bir şarkı? Pink Floyd - Money 
  • Güne başlamaktan keyif aldığınız bir şarkı? Jamiroquai - Love Foolosophy
  • Gün içinde en az bir kere dinlemeden rahat edemediğiniz bir şarkı? Empire of the Sun - We Are The People
  • Sevdiğinizi kimseye söyleyemediğiniz bir şarkı? Don Omar Danza Kuduro ft. Lucenzo - Oi Oi Oi Oi
  • Kimseyle paylaşmak istemediğiniz, kendinize özel olsun istediğiniz bir şarkı? IAMX - This Will Make You Love Again
  • İlk dinleyişte sevdiğiniz bir şarkı? Coldplay - Shiver
  • Başta sevip sonradan sevmediğiniz bir şarkı?  Hoobastank - The Reason
  • Başta sevmeyip sonradan sevdiğiniz bir şarkı? Grizzly Bear - Knife
  • Sevdiğiniz ama ortalarına gelince sıkıldığınız bir şarkı? Pet Shop Boys - It's A Sin
  • 11 Haziran 2012 Pazartesi

    Talk Show on Mute

    Susuyorum. Konuşmak istemediğimden değil.
    Susuyorum. Kendimi ifade edememekten korktuğum için.
    Susuyorum. Kelimeler o kadar tehlikeliler ki. Anlatmakta yetersiz hepsi.
    Susuyorum. İçimi döktüğümde karşımdakinin vereceği anlamsız tepkileri görmemek için.
    Susuyorum. Kendi karanlığımla iç karartmamak adına.
    Susuyorum. Aslında çaresizliğim kimsenin umrunda olmadığı için.
    Susuyorum. Kimsenin umrunda olmayı bir yandan da istemediğimden.
    Susuyorum. Gerçeklere takla attırdıktan sonra göz önüne sermek zor olduğundan.
    Susuyorum. Zamanında çok fazla sustuğum için dudaklarıma ağırlık çöktüğünden.
    Susuyorum. Konuşmam hiçbir şey değiştirmeyecek en çok da ondan
    Susuyorum. Konuşmak istemediğimden değil.

    Şimdi susuyorum. Konuşmayı ilk denediğim insan bile rahatlamama yardımcı olamadığından.
    Yine susacağım. Çözümü artık kendimde bile bulamadığımdan. 

    23 Mayıs 2012 Çarşamba

    Timeless Melody

    Bir şarkı tuttum aklımda, bir tane daha, sonra bir tane daha. Sözleri ayıkladım melodiden, anılarımı serpiştirdim aralarına. Sadece seni buldum, hepsinde. Hepsini sana yollamak istedim. Engel oldum kimi zaman kendime, senden bile özel olsunlar istedim; seni bana fısıldasınlar, benim kulaklarımda kilitli kalsınlar.

    Abarttım dedim kendi kendime, çok büyüttüm. Kurgu yazmaya alışkındım nasılsa, kötü sonlar yazdım, oynayamadan, hissetmeye bile cesaret edemeden sildim. O an fısıldadı tuttuğum şarkılardan biri, hissettiğim o yabancı hisse kaybetme korkusu dedi.

    Diğer şarkı girdi araya, o da özlemek dedi naifçe. Derin bir iç çektim, havayı sünger gibi içine bile çekmedi ciğerlerim, nefessiz kaldım, kaburgalarımda bir acı hissettim. Ardından bir kez daha, bir kez daha. Nefes almak için değildi havayı içime çekişlerim, kokunu hayal ettim, burnumda canlandırıp içime hapsetmek istedim.

    Bir diğeri çalındı kulaklarımda, dans ettirerek notaları. Kelimeleri anlamlandırdım aklımda, tutkuyu işaret etti harfler, bir anda birleştiler. El yordamıyla mücadele ettim havayla, delip geçtim boşlukları. Ulaşma umudu içindeydim sana. Sarılmak istedim, sımsıkı, doyasıya. Dokunmak istedim, varlığına inanmak, seni gerçek kılmak adına.

    Bittiği anda diğeri başladı şarkılardan. Tiz tüyler ürpertici bir ezgi, dolaşmaya başladı kanımda. Kıskançlık  yankı yaptı kulaklarıma. Özgürlüğüne dokunmamak için ürkekçe uzattım ellerimi, dolandırdım parmaklarımı parmaklarına. Kimse ulaşamasın istedim, benden başka. Uykumuz bölünmesin, huzur kalıcı olsun, hiç gevşemesin ellerin, temas etsin istedim bana. Hiçbir göz değmesin sana.

    Her gün başa sarıp bu şarkıları dinliyorum ben aklımda. Sarmaş dolaş uyuyorum gece olduğunda şarkıların yarattığı silüetinle. Ezgilerin yansıması vuruyor yüzümüze. Seninle bile paylaşmıyorum sözleri de besteleri de. Notalar ve benim sırrım olarak saklıyorum içimde.

    Ortak noktaları yankı yapıyor bazen beynime. Adı da aşk mı ne?

    22 Mayıs 2012 Salı

    Human Nature

    İnsan olmak.

    Nedir insan olmak? Birey doğduğu an insan sıfatına erişerek mi gelir dünyaya yoksa insan olma bir mücadele midir hayat boyu süren? Hayata geliş amacımız insanlığı keşfetmektir belki de.

    Her insan nötr doğar, denge içinde. İyiliği ve kötülüğü eşit oranda barındırarak içinde. Herkesin hayatı deneyseldir, deneme yanılmayla doğruları bulmaya yöneliktir. Bencil bir doğadan sıyrılmanın yolu ise dünyada bizden milyarlarca olduğunu hatırlamaktan geçiyor.

    Rengarenktir insan. Beyaz, siyah, sarı, kırmızı, mavi, yeşil. Değişmez gözyaşının tadı, kanının rengi. Canlı olarak dünyaya gelen her birey, kardeştir, eştir, eşittir. Ebruli renklerde, ebruli dillerde hepsi bir bütündür insan ırkının.

    Farklıdır, eşsizdir her insan. Bir o kadar da aynıdırlar. Duyguları, ihtiyaçları ortaktır neticede. İfade etme biçimleri değişse bile.

    Her insan eşit ve özgür doğmalı. Fakat, bazılarımız hayatı boyunca insan sıfatına erişemediğinden hiçbir insan eşit ve özgür doğmuyor maalesef.

    Bir mücadeledir insan olmak. Kendinden başlar ''insan'' keşfetmeye. Merak etmektir keşfe başlamanın sırrı, soru sormaktır, fikirler ve olaylar hakkında. Anlamak, öğrenmek, kavramak ve yorumlamaktır insanlaşmak.

    İnsan insanlaşamamışlar yüzünden özgür ve eşit doğamadı, sonradan olmanın yollarını aradı. Belki de bunca yıl yanlış olan, insanın insan olarak doğmadığını anlamamaktı.

    Evrilecek insan, 'hür ve kardeşçe' yaşamayı öğrenecek. Doğaya dönecek eninde sonunda, ve ebruli bir güzellikte yanyana duracak insan demetleri. Beyaz, siyah, sarı, kırmızı, mavi, yeşil.

    13 Mart 2012 Salı

    Seni Kendime Sakladım

    Sana son kez bir yazı yazıyorum. Çünkü seni hep bir köşede tutmak istiyorum ben. Gizleyerek herkesten. Zamanın aslını koruyup seni değiştirmesine izin vereceğim. Olman gereken sınırda kalacaksın hep. Arkadaş sıfatı altında ama hiç arkadaş olmayanından.

    Son kez dökeceğim içimi. Çünkü seni saklamak istiyorum ben, sonlara. Yaşamak istediklerimizi, gelip geçenleri, gel-gitlerimizi, öylesinelikleri hazmettikten sonraya. Görece mükemmelliğini, uyumunu korumanı istiyorum sadece. Şeffaf duvarlarımızı aşmadan, dillenmemiş ama gizli olmayan duygularımızı muhafaza ederek bir ilişki içinde olmak seninle. Doğru zamandan kopmadan, acelesiz, süratsiz ve sabır dolu.

    Son yazmayacağım bu öyküye. Nokta koymayacağım, ünlemler de olmayacak. Zamanımız gelene kadar zaman geçireceğiz. Arkadaş sıfatının gölgesine sığınarak. Zararlı ışınlarımızla birbirimize yakıcı izler bırakmamak adına. Kış güneşi gibi olana dek bekleyeceğiz. Kıyıda köşede. Fakat arada derede değil. Bağlı olacağız ama bağımlı değil. Kopmayacağız ancak vaktinden önce birleşmeyeceğiz de. Beklemeyeceğiz birbirimizi. Zaman bizi bağlayana dek. Onun rüzgarı estiğinde kenetlenecek ellerimiz, birleşecek dudaklarımız, tamamlanacak yarım vücutlarımız.

    İzleri silinecek başka tenlerin o zaman. Arınacağız birlikte geçmişten, korkulardan, acılardan, pişmanlıklardan. Şimdi değil. Çünkü şimdi olursak eğer, güzel bir anı olacağız. Ebruli bir fotoğraf. Sararmaya mahkum olanından. Geçmiş olmamalıyız, geçemeyecek kadar özeliz çünkü birlikteyken. Sadece görmezden geleceğiz bunu bir süre. Beklentisizce, beklemeden birbirimizi. Hayatımızın akışında dondurur gibi hayatlarımızı.

    Bir köşe ayıracağım sana kitabımda. Eksik kalan yazıları sonradan geçirmek için atlanan boş defter sayfaları gibi saklayacağız birbirimizi. En uygun zamanda, en güzel zamanları not almak için. Özenerek yazmaya alışmış olacak ellerimiz. Öylesine tutulan notlardan daha düzenli, daha kalıcı, daha tedbirli.


    23 Şubat 2012 Perşembe

    Where Is My Mind?

    Bu sefer çok yalın anlatıyorum, betimlemelerden uzak hatta.

    Ben bir çocuktan hoşlanıyordum. Hoşlanmaktan ileri geçmeme bir adım kala bir noktadaydım hem de. Çizgilere basmamaca oynar gibi, kareler arasında cambazlık yapmaya çalışıyordum çocuğu sevmemek için.

    Arada bir görüşüyoruz. Arada bir konuşuyoruz. Arada bir haber alıyorum ondan.

    Bu aralıklar gittikçe uzadı. Önce 'bazen' diler, sonra 'arada' oldular, daha sonra da 'arada bir'. Başta daha net sinyaller vardı. Arkadaş değildik gibiydi ama arkadaştık da. Zaman geçtikçe arkadaşlık ve belirsizlik arasındaki çizgi de silikleşti. 'Arkadaşız heralde ya' olduk. Biraz yanlış oldu o, ben hep - evet HEP kısmı önemli - ondan hoşlanıyordum çünkü. Gönlüme başkaları da düşse onu takip ettiğim, gözlemlediğim, bir nevi beklediğim bir gerçekti.

    Peki sonra? Biz uzadık. ''Çok uzadı'' olduk. Arada bir çok keyif aldığım muhabbetleri yaşadığım biri oldu bu insan. Hala hoşlanıyor muyum? Evet ne yalan söyleyim, hoşlanıyorum. O çizgiyi aşmadım ama, sevme sınırını yani. Mayına basmadığım için şanslı sayılırım evet. Güzel bir yerde bekletiyorum. Bekletmek demişken, beklentim de yok hani. Rahatım o yüzden de.

    Ne olabilirdi de olmadı peki? Biz çıkar mıydık? Cevabını bilmiyorum bu sorunun. Bir şekilde olurdu olmasına da, zorlama olurdu galiba. Ya da belki efsane olurdu. Bilemeyiz. Sadece şu an olmaması gerekiyormuş diye kendimizi avutalım. Tabi olayın benim tarafımdan kısmını dinlediniz. O insanın bu kısımdan - hoşlandığımdan vs. - haberi bile yoktur. Burayı okuma ihtimali de sıfıra yakın zaten.

    ''Çok uzadı be Deniz sizinki :(''. Belki de sorun bizimki olması için hiçbir şey yapmamamızdır. Yapmamıza gerek de yoktu belki de ne bileyim öyle mi güzeldi. Sürekli flört edip ciddiye bağlamadığını bi düşünsenize, fena da değil de işte o heyecana kaybetme korkusu eklenince biraz rahatsız edici oluyor. Yok ilişkiydi falandı kim uğraşacak aslında böyle de bir gerçek var. Kendinde olmayanı merak ettiğimden mi hoşlandım bu adamdan acaba? Nedeni yok maalesef. Nasıl da alakasız biri anlatamam. Bilemiyorum Altan. Bu hürriyet hazin şey, yıldızların altında.



    13 Şubat 2012 Pazartesi

    Getting Lonely, Getting Old.

    Sen. Evet sana diyorum. Sen. Bencil, yalnız, hırslı varlık. Kıskançsın, öfkelisin de. Dayanamıyorsun. Hoşuna gitmiyor senin sahiplendiğin birinin başkalarının dikkatini çekmesi değil mi? Senin olduğu için ışıldayacak o. Senin dışında kimse ulaşamayacak ona. Ama sen. Ya sen bencil, yalnız, hırslı varlık? Sen istediğin her şeyi elde edersin, kimse sana karışamaz değil mi?

    Bencilsin. Bencil olduğun için yalnızsın aslında. Yalnız olduğunu bildiğin için de hırslanıyorsun zaten. Canlı bir varlığa değer biçip onun sahibi olmak istiyorsun işte. O yüzden de paylaşamıyorsun başka gözlerle onu. Yanlışın var. Büyük bir yanlışın var hem de. Nefes alan her varlık, özgürdür. Senin yanına olup olmamak, sana kendini açıp açmamak, kendini seninle paylaşıp paylaşmamak onun kendi hür iradesine bağlıdır. Maalesef bir gerçek daha var sana söylemem gereken.

    Gerçek şu ki, o, senin sahip olmaya çalıştığın canlı var ya, adını aklına kazıdığın hani. O sana kendini ne kadar açarsa o kadarını bileceksin onun. Yani, tam olarak asla tanıyamayacaksın, herkesten sakındığını. Keşke, bencil olmasaydın. O zaman sevmeyi bilirdin. O zaman karşındaki canlı varlığa ''insan'' derdin sen de. İnsanca severdin onu. Koşulsuz, karşılıksız. Maalesef, bencil, yalnız, hırslı varlık. Ne o senin olacak, ne de sen sevmek ne bilebileceksin. Mücadele edeceksin, asla sana ait olmayacak bambaşka bir canlı uğruna.

    Kolay gelsin diyemiyorum sana. Kolay değil çünkü seninki. Sadece keşke diyorum, keşke sana anlatabilseydim sevmeyi. Bencilsin işte, yalnız ve de hırslısın. Umarım değişirsin, değişmeye zorlar seni bir gün istemsiz olarak rastladığın sevgi. Ne de olsa başkalarında görüp kıskanacaksın onu da. Ve kontrol edemeyeceksin öfkeni.

    22 Ocak 2012 Pazar

    Yalan Dostum!

    Karşındakileri bir yalana inandırmanın yolu, gerçeğe en yakın senaryoyu yazabilmekten geçer. Mantık çerçevesinin dışına çıkmadan, inandırıcılığı yüksek ve sorgulamaya çok da açık olmayan bir şey uydurursun. Karşındakinin aklına yatarsa da onun için söylediğin yalan artık doğrudur. Kurban, kandırılmış, günü ya da anı kurtarmışsındır.

    Yalanlar da ikiye ayrılır; iyi niyetli ve kötü niyetli olanlar. Yalan söylememiş hiçbir yetişkin yoktur. Belki de büyümenin ilk göstergesidir yalan söylemek. Belirli bir bilince gelmek gerekir bu eylemi gerçekleştirmek için.

    Bunlar bilindik şeyler. Peki asıl soru, insan kendine yalan söyleyebilir mi?

    Cevabım; evet. En inandırıcı yalanlar kendimize söylediklerimizdir. Çünkü kendimizi ikna etmeyi en iyi biz biliriz. Başkasına yalan söylerken de o an kendimiz de o yalana inanıveririz hatta. Yoksa başkasını asla inandıramayız.

    Deniyorum yalan söylemeyi, kendimi kandırmayı. Olacak biliyorum. Başaracağım sonunda. Yarattığım yalan benim gerçeğim olacak ve huzura ereceğim. Başkasını inandırmaktan daha zordur her şeye rağmen kendini inandırmak. Nasıl inanacağını en iyi sen bilsen bile.

    Gerçeğin ne olduğunu bilen birine onu unutturup başka bir senaryoyu kabul ettirmek, bir dizide yerleşmiş bir karakterin oyuncusunu değiştirmeye benzer. Fakat zamanla alışırsın o oyuncuya, gözün yabancılık çekmez ve eski oyuncu aklına gelmez olur sonunda. Yeni bir oyuncu alıyorum senaryoma, eskisinin rolünü veriyorum ona ve sanki hep o vardı gibi yapıyorum. Adı farklı, sıfatı ve rolü aynı.

    19 Ocak 2012 Perşembe

    Why Can't We Be Friends?

    Garip bir şey fark ettim açıklamakta da epey zorlanacağım galiba. Çok yakın olmadığım, fazla derin muhabbetler yapmadığım bazı insanları bazen o kadar iyi anladığımı düşünüyorum ki, bundan dolayı bir yakınlık duyuyorum onlara.

    Az görüştüğüm, ya da gördüğümde 5 dakika muhabbet edip yoluma devam ettiğim halde tavırlarında, hayatlarının bildiğim kadarında kendimin yansımalarını görüyorum sanki ya da imrendiğim özellikleri var yani olmak istediğim insandan parçalar var gibi. Onları diğerlerinden farklı kılan, tam açıklayamadığım bir şey işte. İşin garibi, çok yakın olmak ister misin onlarla diye sorarsanız cevabım muhtemelen hayır olur. Sanki tanımaya başladıkça o büyü bozulacak diye korkarak kasıtlı bir mesafe koyuyorum o insanlara.

    Açıklamam gerekirse. Mesela, bir olaya yaklaşımı, bir yerde söylediği, ya da yazdığı bir cümle dikkatimi çekiyor. Belki bana hissettirdiği şeyi düşünerek söylemedi/yazmadı aslında o cümleyi ama bana düşündürdükleri başka bir deyişle farkında olarak ya da olmayarak verdiği o ilham o insana yakınlaştırıyor beni. Onu anladığımı hissediyorum, bunu onunla paylaşmak istiyorum ama genelde susmayı tercih ediyorum.

    Mimikleri, tavrı, hareketleri. İnsan bulunduğu ortam hakkında hislerini çaktırmamaya çalışsa da bir şekilde yansıtır. O insanın tavırlarında bunu hissedebiliyorsam yine o gizli yakınlık duyma hissi ortaya çıkıyor. Anlayışlı bir şekilde tebessüm ediyorum kendi kendime. Tabi o insan bundan bi haber olmaya devam ediyor.

    Fazla yakın olmadığım halde kendime çok yakın gördüğüm birkaç tane insan var hayatımda böyle. Çok da seviyorum onları. Oysa onlar benim için bu kadar değerli olduklarını bilmiyorlardır muhtemelen. Dostum değiller. İçimi dökmek için arayacağım, ya da düzenli görüştüğüm kişiler değiller. Fakat sanki döksem en iyi onlar anlarmış, aramızda öyle bir çekim varmış da ikimiz de bunu hissedip hiçbir şey yapmamaktan keyif alıyormuşuz gibi. Bu konuda yalnız mıyım merak etmiyor değilim. Dediğim gibi, onlarla yakın olabileceğim halde değilsem tek nedeni büyüyü bozmak istememem.



    14 Ocak 2012 Cumartesi

    Still Loving You Tonight!

    Yaşadığımız hayat binlerce hayatın bir araya gelmesinden oluşan bir olgu aslında. İnsan kendi hayatı süresince sayısız hayata adım atan bir varlık aslında. Hayatı zorlaştıran şey aslında içinde binlerce yeni başlangıcı, başka bir deyişle değişik yaşamları barındırması.

    Aile kurmak buna verilebilecek örneklerden biri. Yeni bir insanla aile kurma kararı almak. Buna neden olan duygunun sevgi olması. Karşılıklı olarak bir insana kendinden o kadar parça vermek ki sonunda o parçalardan bir bütün oluşturup yeniden doğmaya adım atmak. Tek bir kelimeyle özeti, evlilik.

    Hayatta alınacak en zor, en üstünde düşünülesi kararlardan sadece biri. Tek başına idame ettirmeyi başarabildikten sonra kendi yaşantını, bambaşka bir dünyayla birleştirerek yepyeni bir sentez yaratmak karşındakiyle. Yeniden doğmak. Başkasının da sorumluluğunu yüklemek omuzlarına. O noktadan sonraki kararlarını iki kişilik vermek. İki farklı ruha sahip olmak. İnsanları korkutan, ürküten ama aynı zamanda büyüleyen şey işte bu.

    Kardeşim, aynı rahimden çıktığım insan. 11 yıl rötarla. Benden 11 yıl önce dünyaya gözlerini açan, gerçek anlamıyla kanımdan, canımdan olan adam. Abim, yeniden doğuyor şimdi. Yepyeni bir hayata adımını atıyor.

    İkinci bir aileye sahip oluyor. Yepyeni, tertemiz, bambaşka bir dünyayı kendi dünyasının bir parçası yapıyor hem de ikisinin oluşumundan bambaşka bir dünya meydana getiriyor. En sevdiği ve bu adımı beraber atmaya asla tereddüt etmediği kadınla beraber.

    Bu mutluluk adımında onun yanında olduğumu hissettirmek benim için bir görevden çok bir tanıklık anı. Onun bu yeniden doğuşuna tanıklık etmek için bu akşam bir tören düzenliyoruz. Evlilik töreni. Yıllarca süregelmiş bir geleneği devam ettirmekten öte bir şey evliliği kutlamak. İki insanın hayatlarını yenileme, kabuk değiştirme, tırtılken kelebek olma sürecine olan heyecan verici bir tanıklık bu.

    Paylaşıyoruz mutluluğu. Bölündükçe çoğalan ve asla azalmayan bu mutlu sürecin zorluklarını beraber göğüsledik ve bu akşam tamamına erdiriyoruz. Mutluyuz. Mutlular. Her şey yeni, her şey en başında, mutluluk ve heyecan dolu. Mutluyum onun için, mutluyuz ve heyecanlı.

    Beyaz asil bir elbise içinde zarif ve masum bir kadın ve siyah takımın içinde kadının elbisesinin beyazı kadar aynı o kadın gibi temiz hislere sahip bir adam ve onları birbirine bağlayan büyüklüğünün ölçülmesi imkansız olan bir aşk, sevgi. Onlar zaten bu törenden önce bu evlilik bağını kendi ruhlarını bütünleştirerek kurmuşlar. Parmaklarında parlayan o yüzükler sadece kalplerindeki birlikteliğin ufak bir sembolü. Şimdi ise bu mutluluklarının tanıklığı için yanında olmalarını istiyorlar hayatlarına etkiyen insanlardan. Gülücüklerin asla sahte olmadığı bir ortam olacak bu gece. Sevinçlerimizi akıtıp kocaman bir mutluluk denizinde beraber yüzeceğiz.

    Heyecanlıyım ve mutlu. Kanımdan canımdan olan o adamın mutluluğunun şevki vuruyor tüm kalbime. Onun çok sevdiği, gözlerindeki aşkı dürten o kadını da çok seviyorum. İyi ki yeniden doğuyorlar birlikte. İyi ki doğdunuz demek istiyorum. Tebrik ederim yeni hayatınızın başlangıç gününü.

    12 Ocak 2012 Perşembe

    Takma Kafana!

    Şimdi. Yazacaklarım hemcinslerimi de kızdıracak bazı erkekleri de. Maalesef yazacaklarımın doğruluğunu kavradığımızda geç olacak. Bunları bilip bilmezden gelmeye devam edeceğiz. Yine de rica ediyorum çemkirmeden okuyun.

    - Biri sizi aramıyorsa, mesajlarınıza güzel cevaplar vermiyorsa, imalı konuşmalarınızı anlamıyor ayağına yatıyorsa sizden kaçmıyordur. Hoşlanmıyordur sizden ama sizin ona olan ilginizin farkındadır ve bunu aklının bir köşesinde tutuyordur, sizin durduğunuz o yerden de gayet memnundur.

    - Birini elde etmekle kaybedeceğiniz zamanda kaçırdığınız insanlar için her zaman sonradan üzülürsünüz lakin onlar da bu kısır döngüde sizden nasibini aldıkları için sonradan yanınızda bulmanız zordur. Bu ana gelene kadar bunu da fark etmeyeceksinizdir, üzülmeyin, bu pişmanlığın nedeni zaten biraz da onların bir anda ulaşılmaz oluşudur.

    - Sevgilisi olmayanlar, daha 20 yaşındayız, bunu sakın unutmayın. Şu an ciddi bir ilişki içine girme isteğiniz oldukça yersiz şöyle bir düşününce. 7 yıl çıkıp evlenecek miyiz? Belki, bir ihtimal. Bittiği takdirde uzun/ciddi ilişki dediğimiz olgunun bize katacağı tecrübe ne mi? Muhtemelen harcadığımız yıllarda yaşamadığımız rahatlığa duyulan özlem. Güzel anılar, aşk, şarkılar hepsinin verdiği acı atlatıldıktan sonra yakındığımız tek şey maalesef kaybedilen zamanda yapabilip de yapmadıklarımız olacak. Şu dönemde insanlarla takılma kafası hiç de yanlış bir kafa değil. Bak gerçekten.

    - Klişeler her zaman doğrudur. Bunu sakın unutmayın. Hiçbir laf boşu boşuna ağızdan ağıza aktarılır hale gelmez. Klişe dediklerimiz aslında çoğu insan tarafından tescillenmiş tecrübelerdir.

    - Duygusal bir olay üzerinde düşünüp analitik bir şekle sokup işin içinden çıkamıyorsanız kesinlikle aklınıza gelen en karamsar şey genelde doğrudur. Çünkü, duygusal ilişkilerin analitiği yoktur, ya olurlar ya olmazlar bunu da emin olun zaten düşünmezsiniz, düşünmeniz irdelemeniz gerekmez çünkü, hissedersiniz ve oraya doğru gider. Özetle olmayan şeyleri zorla oldurtmaya çalışmayın, ne gerek var. Eğer iş hayatıysa söz konusu, bunun tersi geçerli bunu da asla unutmayın. Orda amaç tamamen olmayanı oldurtmaya çalışmaktır.

    Özetle yeni karar verdiğim şey, ''takılmak'' aslında yanlış bir kafa değil. Şu an piç diye gördüğümüz bütün erkekler 'evlenilecek erkek' olacaklar 30 küsur yaşlarına geldiklerinde hiç merak etmeyin. ''Piçlik'' dediğiniz şey bir süreçtir bir sıfat olmaktan çok ve bence herkesin de yaşaması gereken bir süreçtir.

    Asıl garip olan 'aşık oldum' tribine girip olmayacak hayali ilişkiler uğruna gözyaşı dökmek.
    İşte bulanıklık burda. Birini unutmak için canını yaktıklarınızdan tutun, harcadığınız zamanda görmediklerinize, eksilttiğiniz mutluluklara kadar, başlı başına aptallık silsilesinden farklı bir şey değil. (Kendime de laf etmiş oluyorum evet ama yanlış yapıyoruz.) Biraz tadını çıkartmakta bu hoşlantı/arzu/beğeni dediğimiz olayların, hiçbir sakınca yok. Zaten düzgün ilişki dediğimiz olayı yaşayacağız illa ki, bunun için acele etmenin mantığını anlayamıyorum ben ve artık çok da gereksiz buluyorum bu 'adam gibi ilişkim yok' düşüncelerini. Sen önce kendi başınalığından mutlu ol ve yakınmayı bırak.

    Bu ilişki işlerini artık kabus haline getirmesek keşke. Şiirler, şarkılar, hikayeler bunlar güzel de üzme seviyesinin ötesine geçip zaman harcama noktasına geldiğinde o kadar mantıksız oluyor ki. Yapmayalım. Takılalım!

    Bakın neler diyor Athena;




    5 Ocak 2012 Perşembe

    Ben Kendime Yasaklar Koydum

    Tarihe baktım. Önce günün rakamını gördüm, sonra ayın. Yılın önemi yoktu pek. Yavaşça hatırladım, önemli olduğunu hissettiğim o tarihi. Evet, önemliydi, yıllar önce. Yıllar önce hayatımı güzelleştiren aynı oranda kötüleştiren insanın hayata başlangıç tarihiydi.

    Hep farklıdır ya ilk karşılıklı aşk. Milat gibidir. Hatta gibi değil, aşkın miladıdır o ilk çok sevilen sevgili. Senin aşka olan tutumunu belirli ölçüde oluşturan, davranışlarını, ilişki karakterini oturtan. Üstelik bunu fark ettirmeden yapar o. Sen sadece geçmişin üstüne düşündüğünde farkına varırsın bazı şeylerin.

    Bir adam vardı. Tesadüfen girdi hayatıma, ilk görüşte beğendim, çekildim. İkinci görüşümde hoşlandım, üçüncüsünde eleleydim. Karşılaştığımızda, ikimizin de sevgilisi vardı üstelik. İki yasak noktadaydık. Ben o an anlamıştım aslında, bir şeyin gerçekleşmesi gerekiyorsa, engellerin bir anda nasıl da yitip gidebildiğini. O çekimin karşısında imkansızlıkların olmadığını.

    Bunu anladığım andan beri, asla oyunların, zorlama çabaların insanı olmadım. Aşkta kural olmadığını gördüm. Aşkta ve savaşta her şeyin mübah olduğu klişesinin doğruluğunu anladım. İki tarafın yeterince hissi varsa birbirine karşı, kavuşmalarında bahane ve engel olmazdı, olamazdı.

    Ona karşı şeffaftım. Duygusaldım ve romantik. İçimde ona karşı hareketlenen duyguları bütün ahenkleriyle dışa vururdum. O duyguları yakan, onlara kıvılcımı veren ona, hep oldukları gibi aktarırdım o hisleri. Aşkımı, sevgimi, kıskançlığımı, öfkemi, hüznümü, sevincimi hep en çıplak haliyle sunardım ona ben. Bu kadar berrak, şeffaf duruşum yüzünden o gittiğinde çırılçıplak kaldım. Hiç duvarlarım, kalelerim olmadığından savunmasızdım yokluğunda. Yıkıldım, darmadağın, karmakarışık oldum, çok üşüdüm.

    Sonra, donmaya başladı kalbim, duygularım da buz tuttu. Gözlerimden okunurdu her hissim; gözlerime kalın duvarlar ördüm, yüzüme betonlar döktüm. Porselen gibi oldu sonra yüzüm; gözlerim ise donuklaştılar, buz tutmuş bir göl gibi dibini göstermez oldular.

    O savunmasızlık o kadar yaraladı ki beni, yepyeni bir savunma mekanizması geliştirdim sonraki ilişkilerimde. Taştandım artık. Duygularımı asla açmadım, iltifat etmeyi bile beceremez oldum. Yazılara hapsettim duygularımı, sadece kağıt üzerindeki kelimelerde ifade eder oldum kendimi. Kimseye hissederek ''seni seviyorum'' diyemez oldum. O kadar zordu ki dudaklarımdan duygularımın çıkması artık, duygusuz sıfatına sımsıkı sarıldım. Sevdiklerimi sevilmeme hissiyle besledim, kötü davrandım onlara, hep alaycı, umursamaz taraf oldum, üzdüm insanları.

    Üstelik o ilk sevdiğim adamın intikamını almak için de yapmıyordum. Bunu farkında bile olmadan, kendimi korumak zorunda hissettiğim için yaptım. Sonradan gördüm hep yaptıklarımı üstelik. İş işten geçmeden objektif bakamıyordum.

    Bunların nedenini ise bugün tarihe bakınca kavradım. 4 yıl geçmesi gerekti ama. Yine de sonunda kaynağı keşfetmeyi başardım. Hep neden böyleyim diye yalnız kaldığımda sorgularken savunma mekanizmamı oluşturma sebebimi buldum işte.

    Artık kutlayacak nedenim olmadığı halde hatırladığım doğum tarihin sayesinde. İyi ki doğdun aşk denizime dökülen ilk nehir. Maritza. Ervos.

    Onun anısına paylaşıyorum yine de;



    Real Time Analytics